20 Eylül 2009 Pazar

'Bu bir erkek romanı olsun istedim'


Radikal (20.09.2009)


Yarısından çoğunu okuduğum gecenin sabahında, yalnız kalmaktan korktuğumu belli eden bir kâbusun etkisiyle çarpan kalbim uyandırdı beni. Çok kurgusal, ama bir o kadar gerçekti. Düşünülmekten imtina edilen gerçek duygular telaşla, bir çırpıda itiraf edilir gibi art arda sıralanmıştı. Kitap tam da böyle başlıyordu zaten... Hayatının yalanlığından yorgun düşmüş bir adam; Yavuz, can sıkıcı ölçüde sıradan bir akşam yemeğinin sonunda “Başkasını seviyorum” deyiveriyordu karısına; Hande’ye. O başkası ‘Aylin’di...
Bu şekilde başlayan ve sıradan bir yaşamın tüm karmaşasını anlatarak, okuyucuyu hayatın kurgusallığıyla yüzleştiren kitabı okurken yazar Ömer Özgüner’in gerçekte nasıl biri olduğu merakı içimde iyiden iyiye büyüdü. Bu merak beni Özgüner’e götürdü.Yol boyunca karşısına oturup ‘sen kimsin’ diye sormaktan başka bir şey düşünemedim. Merak beni öfkelendirmişti belki. Ama karşılaştığımızda o kadar ‘çocuklar gibi şendi’ ki, konuşmaya böyle sert başlayamadım. 
Kitabı okurken benim gibi merak edenler için konuşma boyunca ara ara sordum öğrendim... 1965’te doğmuş. Kitaptaki Yavuz gibi Perşembe’de büyümüş. 13 yaşındayken İstanbul’a gelmiş. Yine yavuz gibi askermiş babası. Orta sınıf bir ailenin oğlu olarak sosyoloji okumuş İstanbul Üniversitesinde...
NTV’nin genel yayın yönetmeni sıfatını taşıyan, bu aralar ilk çıkan romanıyla gazetecilik sıfatının yanına bir de ‘yazar’lığı ekleyen Özgüner’den öğrendiklerim sadece bunlar değil... Bkz. Söyleşinin devamı...

Karısı da terk etti, Aylin de gitti... Yavuz bundan sonra ne yapar acaba?
Kitabın iyi bir yanı varsa onlardan biri ucunun açık kalması. Ben özellikle dramatik, trajik ya da komik bir son istemedim. Benim kahramanım süpermen gibi tuvalete girip çıkıp uçmuyor. Hayatımızda rastladığımız, belki gerçekten yanımızdan geçen biri. O yüzden Yavuz için bundan sonrası çok değişik olmayacak. Yine o yaşadığı aşklardan aldığı sıkıntılar, güvensizlikler, ihanetler, sorgulamalarla devam edecek hayatı.

Nasıl kalkıştınız bu işe?
Oray Eğin yazmış, “Yayın yönetmenlerine bakın. Bazıları aşk romanı yazıyor, bazıları ülke tarihi üzerine kitaplar yazıyor.” Ben iki hayat sürüyorum, Birinde yaptığım bir iş var, diğerinde de bir Ömer var. O Ömer’in içinde daha çok edebiyat tutkusu var. Birinci önceliğim yazmak. ‘Nasıl kalkıştın’ın yanıtı bu yazma isteği...

Bu bir erkek romanı mı?
Aslında ilk başta ikinci bölümü Hande’nin ağzından yazmak istedim. Ama sonra bu bir erkek romanı olsun istedim. Erkekler kadınlara nasıl bakarlar, neden bazen onlarla birlikte olmak istemezler, o gece niye başım ağrıyor derler? Eskiden hep kadınlara ait duygulardı bunlar. Niye erkek aslında çok tutkuyla başladığı bir ilişkiden kaçmaya başlar başka kucak arar? Bunları anlatmaya çalıştım. 
Genelde aşk hikâyeleri kadın üzerinden anlatılıyor. Erkeklerin çok sorgulamadığı düşünülüyor çünkü. Halbuki öyle değil. Bir erkek bir kadınla ilişkiye girdikten sonra onunla ilgili bir çok sorumluluğu üstüne alır. Belli eder ya da etmez... Ayrılırsak dağıtır mı, ayrıldıktan sonra başka bir erkekle görülse rencide olur muyum? Bunlar entelektüel de olsa Türk toplumunun erkeğe yüklediği düşünceler. O yüzden erkek için ayrılmak çok zor. Kadın birine bir aşk hissettiyse bırakır bana kalırsa. 

Ama romanının başka dertleri de var...
‘Issız Adam’ dediler bana. Hakikaten böyle geçsin istemiyorum. 24 Kasım 2007 saat 03.00’da başlamışım romanı yazmaya. ‘Issız Adam’ da 2008’de çıkmış. Ben aşk doktoru Mehmet Coşkundeniz değilim ki aşk romanı yazayım. Ben NLP ya da ikili ilişki uzmanı da değilim. Bu kitap okuyana istiyorsa bir yandan başka bir şey de anlatıyor. Benim anlattığım kuşak gerçekten Adidas bulamıyordu, bu kötü bir şey değil. Kitap yoksulluk ile yoksunluk arasındaki farkı anlatıyor. İnsanın ruhen doyması çok başka bir şeydir. Ruhsal olarak doymayan insan 40 yaşında ‘cart’ diye bir ruhsal sakatlıkla karşılaşır. Karısını aldatır, birden işini bırakıp bağbozumu açar. Farklı reaksiyonlarla farklı bir insan yaratır bu yoksunluk ben onu anlatmaya çalıştım.  
Düşünsenize 82 yılında Pastanede limonata içmekten çok daha başka bir şey yoktu. Çok kısır bir hayattan geçtik. 90’da birden teknoloji olanaklar patladı. Bir kısmımızda bu olanaklara sahip oldu. En sahip olmamız gereken yaşta olamadığımız için o yaş reaksiyonları vermeye başladık. Daha genç kadın aranmaya başlanıyor. Önceden birlikte büyümek marifetken şimdi yeni bir soluk aranıyor...

Siz de geçtiniz bu yıllardan. Siz nasıl korudunuz kendinizi peki?
Zaman zaman benim de yoldan sapmalarım oldu. Bunlardan bağımsız bir varlık olduğuna inanmıyorum. Her okuyan ‘benim gibi’ diyor roman için. Çünkü herkesin -çok da iyi olsa, şimdi dört tane çocuğu da olsa- en azından içinden bu duygular geçmiştir...

‘Herkes’ten kasıt ‘orta sınıf’ olmalı...
Doğru, belki işçi sınıfından birine değmez bile bu. Tespitiniz çok doğru. Bu bir orta sınıf kitabı aslında. Bu Mardin’de kıskançlık yüzünden 40 kişiyi öldüren adamın hikâyesi değil yani. Ama bu adam da var Türkiye’de. Nişantaşı, Etiler, Cihangir’de yaşıyordur yoğunlukla belki ama yaygınlaştığına da eminim. 

Böylesi basit ama tutkulu bir hikâyede seks ve zaman zaman şiddet arıyor insan. Yavuz neden bizim önümüzde sevişmedi o kadınlarla?
Ben biraz da bu çağda olmayan ulvi bir aşk yaratmaya çalıştım. Kapılıp gitmesini tensel bir şeye bağlamak istemedim. Cinselliği biraz sıradanlaştırmak istedim. Bu öne çıkmadan da insanın duygusal ruhsal bir sıkıntıya değinebileceğini anlatmak istedim. 

Öyle vurucu şekilde de sonlandırmayışınız da bundan mı?
Türkiye’de kadın-erkek ilişkileri çok dehşet sonuçlarla bitebiliyor. Görüyoruz işte kocasının kulağına kızgın yağ döküyor. Ben sanki onu geçemeyeceğimi düşündüm. Türkiye’nin üçüncü sayfa kadın erkek şiddeti çok farklı bir şeydir. Benim kuvvetimin o şiddeti aşamayacağını hissettim. Sevgilisiyle bir olup kocasını kesip, parçalara ayırıp, tavanın çeşitli yerlerine yerleştiren bir kadından daha iyi bir şey geleceğini düşünemiyorum aklıma. Sanki bu şiddet biraz da meşrulaşmış gibi bu ülkede. Benim kitabımda böyle bir şey olsun istemedim. 

Son dönemde filmlerde yapıldığı gibi karakteri kentte bunaltıp köyüne döndürmeyi düşünmediniz mi hiç?
‘Doğu’nun çakıl taşları ne kadar güzeldi’ deyince o bir değere işaret ediyor dünyada. Türkiye’de böyle bir moda baş gösterdi. Sadece İstanbul romanı yazmak yetmiyor. Bu tür oryantantalist göndermeleri çok gerekli bulmuyorum.

4 Eylül 2009 Cuma

Cinsiyet körlerine...

Radikal (04.09.2009)
Neresinden tutulsa kurgusallık kusan yaşam, kendi akışı içinde bizlere ürkütücü bir gerçeklik duygusu verir. Bu gerçeklik hissi bir çoğumuzu öylesine kör eder ki baktığımız hiçbir yerde sorgulayacak bir şey bulamayız. 
Ders kitaplarındaki resimlerde kadınları mutfakta, erkekleri oturma odasında görmek bizi neden rahatsız etmez? Aynı kitaplarda kız çocuk çoğu kez öğretmen olurken erkek çocuk neden teknolojik gelişmelerin yer aldığı ünitelerde boy gösterir? Bir erkeğin nasıl olur da yemek tuzsuz olduğu için kadından hesap sormaya hakkı olur? Neden bir erkek dar pantalon giyip işe giderken tedirgin olur? Neden kamusal alanda eşcinseller ‘yokmuş gibi’ davranılır? 
Doğan Kitap’ın ‘kişisel gelişim’ başlığı altında sunduğu Psikolog Dr. Linda Papadopoulos’un yazdığı Erkekler Ne Söyler? Kadınlar Ne Anlar? kitabından bahsetmeye başlarken bütün bu yaşadıklarımızın biyoloji gibi masum bir şeye bağlanmadığını söylemeyi borç bilirim.
Kitapta ‘uygar’ın tanımını yapmaksızın “Erkekleri uzaya, kadınları oy kabinine yolladık” diyerek artık yeterince ‘uygarlaştığımızı’ söyleyen yazar, kadın ve erkeğin ilk buluşmaları, flört dönemi, cinsel hayatları, birbirlerinin aileleriyle tanışmaları gibi süreçleri ‘masaya yatırıyor’. İlişkilerin sadece bir kadın ve erkek arasında yaşandığını varsayan kitap, kadını ve erkeği iki farklı ve kaçınılmaz olarak çatışan kategori olarak karşımıza koyuyor. Bu dikotomiyi ise toplumsal kurallar ağıyla örülmüş bir biyolojik farklılıklar temeline oturtuyor. 
Papadopoulos “Yabancı bir ülkeden gelen birinin kültürel normlarını hesaba katmamız gerektiği gibi, bir erkekle bir kadın birbirlerini anlamaya çalıştıklarında ortaya çıkacak olan kültürel farklılıkları da göz önünde bulundurmamız gerekir... Ortalama bir kadın ve erkek arasında genellikle pek fikir birliği oluşmaz.”
Papadopoulos kadın ve erkeğin sekse bakışını anlatırken biyolojik farklılığa da değiniyor. “Kadınlar hemen her zaman, sırf seks yapmak için değil, bir ilişkiye başlamak için flört ederler. Bu da evrimsel açıdan mantıklıdır, zira kadınlar DNA’larını erkekler gibi kolayca yayamazlar...”
Böylesi bir bakış açısı kaçınılmaz olarak kadını erkekten farklılığıyla tanımlıyor. Bu şekilde erkek norm, kadınsa ona benzemesi gereken olarak algılanıyor. Kadın belirleyebilen bir özne değil, edilgen bir nesne oluyor. 
Catharine MacKinnon Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru kitabında “Farklılık egemenliğin çelik yumruğuna geçirilmiş kadife eldivendir” der. Yani farklılık üzerinden yürütülen tartışma iktidarla uzlaştırıcı bir havaya bürünerek eşitsizliği kabullenme hatasına düşürebilir. Ortaya konması gereken gerçek farklılıkların olduğu ama cinsiyete dayalı eşitsizliğin (ki bu eşitsizliği gündelik yaşamdaki ‘basit’ ilişkilerde de görmek mümkündür) farklılık temelinde incelenemeyeceğidir. Kadın ve erkeğin farklılığını hafif mizahi şekilde tekrar edip durmak insanları bu farklılığa ve bu farklılık üzerinden yürüyen eşitsizliğe ikna etmek için kullanılabilecek gayet işlevsel bir araçtır. 
Son olarak buram buram çeviri kokan ve çevirisi yüzünden yer yer ne demek istediği anlaşılmayan bu kitap bence cinsiyetçi heteroseksüellere ithaf olunmuştur... 

Sorunun kaynağı hep kadın!
İşte kitapta yer alan diyaloglardan bazıları:
David ve Sophie sevgilidirler...
“David’in annesi:  Sana içecek bir şeyler getireyim mi?
Sophie: (Evet desem hakkımda kötü düşünür mü?) Bir kadeh şarap sadece. 
David’in annesi: Sek mi, yarı sek mi ?
Sophie: (Tanrım, şarap konusundaki bilgimi sınıyor. Belli ki oğlu için yeterince görgülü bulmuyor beni.)
Sophie’nin babası: Sana bir bira getireyim mi?
David bunu “Sana bir bira getireyim mi?” biçiminde duyuyor.
David: Tabii.”
“Rachel: Nihayet geldin. Şimdi topladığım kumaş örneklerine bakıp yatak odamız için kumaş seçebiliriz. 
Matt: Tanrı aşkına, paltomu çıkarıp beş dakika nefes almama izin versen .
Rachel: (Matt beni sevse evimiz için yaptığım planlar konusunda daha hevesli olurdu.)
Matt: (Öyle çıkışmasam iyi olurdu ama evimizin ne kadar uyduruk gözüktüğü imasıyla karışık bir talep gibi geldi söylediği şey. Her şeyi yapamam ya!)”

ERKEKLER NE SÖYLER? KADINLAR NE ANLAR?
Linda Papadopoulos
Çeviren: Bilge Gündüz
Doğan Kitap 
2009
170 sayfa, 10 TL.

31 Temmuz 2009 Cuma

'Popüler kültür egemen sınıfın kültürü'

Radikal Kitap (31.07.2009)


İthaki Yayınları, Ahmet Oktay’ın bütün yapıtlarını ciltler halinde yayımlıyor. Popüler Kültürden TV Sömürgesine isimli dördüncü cildi elimize aldığımızda aklımıza tek bir şey geldi: ‘Kişisel olan politik olandır’... Ahmet Oktay’ın popüler kültür üzerine teorik analizler yaptığı Yazın, İletişim ve İdeoloji (1982), Toplumsal Değişme ve Basın (1987), Türkiye’de Popüler Kültür (1993), Medya ve Hedonizm (1995) kitaplarını aynı çatı altında toplayan eser, aynı zamanda gündelik yaşamımızdan verdiği örneklerle, teori denilen şeyin aslında nasıl ayakları yere basan bir olgu olduğunu hissettiriyor. Bu tesadüf değil, çünkü Ahmet Oktay yazarlık ve şairliğinin yanında yıllarını basın dünyasına vermiş bir gazeteci.
Tüm bu popüler kültür teorisini kendi bakış açısıyla ve Marksist yöntemle incelediği eserlerini buluşturan kitabı vesile ederek Ahmet Oktay’ı ziyeret ettik. Popüler kültür üzerine söyleştik... 

Bu kitapta toplanan eserleriniz teorik olanla pratik olanı öyle bir yan yana getiriyor ki, teorinin gündelik yaşamın ta kendisi olduğunu anlıyor insan okurken...

Teoriyle pratiğin birliğini bir arada yürütmeye özen gösteriyoruz; çünkü bizim popüler kültür dediğimiz olgu aslında gündelik yapıp etmelerimizle ilgili. Popüler kültür gündelik hayatımızın üretildiği, ona göre biçimlendirildiği bir alan. 
Bu yapıp etmelerimizin hiçbiri tesadüf değil...
Hiçbiri tesadüf değil. Tesadüf olabilir mi? Nasıl olabilir ki. Popüler kültür gündelik hayatın içinde kendiliğinden oluşmuyor. Bu kültürü de oluşturan birileri var: Egemen sınıflar, hakim gruplar... Pop şarkılarından tutun, tiyatro oyunlarına, gazete haberlerine kadar bütün bunlar belirli çevrelerin kanaat önderlerinin yönlendirmeleriyle oluyor. Popüler kültür denetlenen bir kültür. Ben, bu kültürel olguları dile getirirken en çok buna özen göstermeye çalışıyorum. Kim bunları organize ediyor? Hangi gruplar, sınıflar? Hangi beğeniyi yansıtıyorlar? Onlara dikkat etmek lazım. Bu kültür nereden yayılıyor, nereden egemen duruma getirilmeye çalışılıyor onu anlamak benim derdim.
Popüler kültür tanımı sosyal bilimlerde çok muğlaktır. Pek çok tanımla karşılaşılır. Sizin popüler kültür tanımınız nedir?
Benim popüler kültür diye anladığım olgu egemen sınıfların kültürünün yansıyış biçimidir. 

Sorunu siyasal olarak tanımlıyorsunuz...

Son kertede siyasal soruna geliyoruz tabi. Popüler kültürün işlevleri siyasal alanda olmaktadır. Bunlar görünür siyasal olgular değildir. Şu partiye, bu partiye oy verin, şu görüşü benimseyin diye bize doğrudan doğruya bir şey söylemezler. Ama en son tahlilde bizi belirli bir dünya görüşünün etrafında toplarlar. Yani eninde sonunda popüler kültür aracılığıyla çalışan kesimler çalışmayan kesimlerin dünya görüşünü benimsemeye macbur olurlar. 
Sizin yazdıklarınızı okurken insan Marksizm ışığında her yolu bulabileceğine iman ediyor. 
Eksik olmayın. Tabii burada benim konumum Marksist bir konum. Marksizm kim ne derse desin eninde sonunda bu günkü dünyada da en geçerli yöntemdir. Çünkü tarihsel, siyasal, sosyolojiki psikolojik bütün olguları birarada ele almaya, bunları birbiriyle bağlantılandırmaya çalışan bir dünya görüşüdür. Yani sadece ekonomi sorun değildir. Ekonominin bir yığın dolayımı vardır. Ekonomi bir çok olgu biçimindedir ve onlar etrafında örgütlenir ve ondan sonra kendini tamamlar. Marksizm bütün bunları bir arada ele alan, sınıfsal oluşumları dikkatte bulunduran bir yöntemdir. O bakımdan bana birtakım kolaylıklar sağlar. Çok bilmece içinde bırakmaz Marksizm. Açıklayıcı bir yöntemdir. Olguların çok karmaşıklaştığı, söylemlerin sonuna gelindiğinin iddia edildiği bu postmodern dönemde bu işlerin pek de öyle olmadığını ima edebilen ve onların üzerinde ısrarla duran bir yöntemdir. Bu bakımdan işlevinin daha uzun yıllar devam edeceğini ve etkinlik kazanabileceğini düşünüyorum.
Siz ısrarla ‘Gerçeğin altındaki gerçeği’ aramak gerektiğini hatırlatıyorsunuz. Kitapta da Marx’tan ‘Görüntüyle şeyin özü çakışmaz, çakışsaydı bilime de gerek yoktu’ alıntısını kullanıyorsunuz.
Çakışmaz bunlar. Aralarında daima bir zemin farkı vardır. Bu olguların kaydığı bir düzen vardır. Kayar. İnsan kendisi de kaydırır. Buna vesile olur anlayış biçimi dolayısıyla. Çünkü her insanın başka bir anlayış, yargılayış biçimi vardır. Bütün bunlar son kertede etkin olan faktörlerdir. Tek başına oluşmuyor gerçek dediğin. Zaten gerçek dediğin çok komplike bir olgu. Hele bugünkü dünyada neyin gerçek olduğunu tahlil etmek son derece zor gibi gözüküyor.
Medyanın popüler kültürün propaganda aracı olduğunu anlatmaya çalışıyorsunuz.
Bütün bu kültürel araçlar kimin elinde? Bunlar sermayenin elinde. Gazeteler, televizyonlar, film sektörü sermaye sahiplerinin elinde. Hakim sınıfla bütün bu aygıtı elinde bulundurmaktadır. O zaman kendi istediklerinin yapılabileceği ortamı da kendi kendilerine yaratıyorlardır diye düşünmek lazım. Bugün Türk basını üç dört tane holdingin elinde toplanmış durumda. kültürel sermayenin büyük bölümü egemen güçlerin, paranın sahiplerinin elinde. Oradan da o kültürün yayılması ve benimsetilmesi için elden geleni yapıyorlar elbetteki. Bunları görmezden gelemeyiz.
Medya imparatorluğundan bahsetmek de yersiz o zaman. İmparator olan her zaman hakim sınıf...
Elbette. Resim alanından örnek vereceğim. Çok da güzel bir kitap çıktı. CIA’nın dünya sanatını nasıl yönlendirdiğini anlatıyor Parayı Veren Düdüğü Çalar diye bir kitap. Bir Amerikalı gazetecinin araştırması. Uluslararsı bir müzenin nasıl dünya sanatını etkilediği ve biçimlendirdiği çok güzel anlatılıyor. Siyasetin sanatın üzerinde nasıl etkili olabildiği açıkça ortaya konuluyor. Bu duruma alet olmuş, kullanılmayı benimsemiş dünyaca ünlü sanatçıların adı geçiyor kitapta. 
İletişim araçlarının demokratikleşme ve özgürleşmeye katkısı olduğunu düşünmüyor musunuz?
Bunu düşünmezsek hemen teslim olmamız gerekir. Hiçbir görüş açısı dünyada tek başına egemen olamıyor. Daima bir muhalif, ters bakış açılarına sahip kimselerin bulunduğunu her zaman söylemek gerekir. Bu tabii Bloch’un ‘Umut İlkesi’ dediği ilkenin muhafazası için şarttır. Tarih boyunca görülüyor ki, insanlar mücadeleyi bırakmıyorlar. Daima yeni bir lider çıkıyor. Bir yol gösterici bulunuyor. Buna isterseniz mesihçilik deyin. Birisi çıkıyor ve umut ışığı yakıyor. Yoksa insanlar köle olarak kalmaya yargılı demektir.
İnsan o kadar da pasif değil mi?
E değil tabii ama, şimdi teknolojinin bu kadar geliştiği, kültür araçlarının çeşitlendiği ve çoğaldığı dönemde, bu aydınlatma görevini yapmak da öyle sanıldığı kadar kolay değil. Bir yığın fedakârlık gerektiriyor. Bu da her zaman her insan tarafından kolaylıkla tercih edileblir bir şey değil. Aç kalmayı, yoksul düşmeyi kimse göze alamıyor, kolay değil...
Kapitalizm açısından her şey yolunda gidiyor gibi gözükse de toplum içinde muhalif sapmalar olabiliyor...
Tek bir doğrultu yok. Toplumlar şöyle gelişir diye bir iddiada kimse artık bulunamıyor. Marksizm dahi böyle bir iddiada bulunmuyor. Marksizm bir olanaktır, bir imkandır. Sadece bu yolda çalışanların varlığına bağlıdır gerçekleşmesi. Yoksa Marksizm gökten zembille inen bir olgu değil. 
Kitapta popüler kültürün kadınlık ve erkeklik rolleri üzerindeki etkilerine de değinmişsiniz...

Genel süreçten ayıramıyoruz bunu. Kadın erkek ilişkileri dünyanın genel süreçleri içinde biçimlenen olgular. Tek başına kadınlık olmadığı gibi tek başına erkeklik de yok. Şu açıktır ki özellikle Türkiye’de kadın olayı bu günkü medya koşullarında elbette ki kadınların aleyhine kullanılmaktadır. Bakmayın siz bütün o özgürleşim havalarına rağmen kadınlar hâlâ ikinci planda değerlendirilmektedir. Buradan da yine egemen sınıfların lehine bir kadın anlayışı sergilenmektedir. Evet kurtulan kadınlar vardır bugün. Özgür ve rahat davranan kadınlar var. Ama bu son kertede kadınların özgürleştiği anlamına gelmiyor. Bir birliktelik olmadıkça kurtuluş yoktur. Kadınların tek tek kurtulmaları bir şey ifade etmez. Kadınların bir bütün olarak kurtulması söz konusudur. Bu da tabi toplumun bir bütün olarak kurtulmasına bağlıdır. Burjuva kadınları da işçi sınıfı kadınları gibi ezilir. Ve kurtuluşları birbirlerine bağlıdır.

POPÜLER KÜLTÜRDEN TV SÖMÜRGESİNE 
Ahmet Oktay
İthaki Yayınları
2009
750 sayfa
49 TL.