31 Temmuz 2009 Cuma

'Popüler kültür egemen sınıfın kültürü'

Radikal Kitap (31.07.2009)


İthaki Yayınları, Ahmet Oktay’ın bütün yapıtlarını ciltler halinde yayımlıyor. Popüler Kültürden TV Sömürgesine isimli dördüncü cildi elimize aldığımızda aklımıza tek bir şey geldi: ‘Kişisel olan politik olandır’... Ahmet Oktay’ın popüler kültür üzerine teorik analizler yaptığı Yazın, İletişim ve İdeoloji (1982), Toplumsal Değişme ve Basın (1987), Türkiye’de Popüler Kültür (1993), Medya ve Hedonizm (1995) kitaplarını aynı çatı altında toplayan eser, aynı zamanda gündelik yaşamımızdan verdiği örneklerle, teori denilen şeyin aslında nasıl ayakları yere basan bir olgu olduğunu hissettiriyor. Bu tesadüf değil, çünkü Ahmet Oktay yazarlık ve şairliğinin yanında yıllarını basın dünyasına vermiş bir gazeteci.
Tüm bu popüler kültür teorisini kendi bakış açısıyla ve Marksist yöntemle incelediği eserlerini buluşturan kitabı vesile ederek Ahmet Oktay’ı ziyeret ettik. Popüler kültür üzerine söyleştik... 

Bu kitapta toplanan eserleriniz teorik olanla pratik olanı öyle bir yan yana getiriyor ki, teorinin gündelik yaşamın ta kendisi olduğunu anlıyor insan okurken...

Teoriyle pratiğin birliğini bir arada yürütmeye özen gösteriyoruz; çünkü bizim popüler kültür dediğimiz olgu aslında gündelik yapıp etmelerimizle ilgili. Popüler kültür gündelik hayatımızın üretildiği, ona göre biçimlendirildiği bir alan. 
Bu yapıp etmelerimizin hiçbiri tesadüf değil...
Hiçbiri tesadüf değil. Tesadüf olabilir mi? Nasıl olabilir ki. Popüler kültür gündelik hayatın içinde kendiliğinden oluşmuyor. Bu kültürü de oluşturan birileri var: Egemen sınıflar, hakim gruplar... Pop şarkılarından tutun, tiyatro oyunlarına, gazete haberlerine kadar bütün bunlar belirli çevrelerin kanaat önderlerinin yönlendirmeleriyle oluyor. Popüler kültür denetlenen bir kültür. Ben, bu kültürel olguları dile getirirken en çok buna özen göstermeye çalışıyorum. Kim bunları organize ediyor? Hangi gruplar, sınıflar? Hangi beğeniyi yansıtıyorlar? Onlara dikkat etmek lazım. Bu kültür nereden yayılıyor, nereden egemen duruma getirilmeye çalışılıyor onu anlamak benim derdim.
Popüler kültür tanımı sosyal bilimlerde çok muğlaktır. Pek çok tanımla karşılaşılır. Sizin popüler kültür tanımınız nedir?
Benim popüler kültür diye anladığım olgu egemen sınıfların kültürünün yansıyış biçimidir. 

Sorunu siyasal olarak tanımlıyorsunuz...

Son kertede siyasal soruna geliyoruz tabi. Popüler kültürün işlevleri siyasal alanda olmaktadır. Bunlar görünür siyasal olgular değildir. Şu partiye, bu partiye oy verin, şu görüşü benimseyin diye bize doğrudan doğruya bir şey söylemezler. Ama en son tahlilde bizi belirli bir dünya görüşünün etrafında toplarlar. Yani eninde sonunda popüler kültür aracılığıyla çalışan kesimler çalışmayan kesimlerin dünya görüşünü benimsemeye macbur olurlar. 
Sizin yazdıklarınızı okurken insan Marksizm ışığında her yolu bulabileceğine iman ediyor. 
Eksik olmayın. Tabii burada benim konumum Marksist bir konum. Marksizm kim ne derse desin eninde sonunda bu günkü dünyada da en geçerli yöntemdir. Çünkü tarihsel, siyasal, sosyolojiki psikolojik bütün olguları birarada ele almaya, bunları birbiriyle bağlantılandırmaya çalışan bir dünya görüşüdür. Yani sadece ekonomi sorun değildir. Ekonominin bir yığın dolayımı vardır. Ekonomi bir çok olgu biçimindedir ve onlar etrafında örgütlenir ve ondan sonra kendini tamamlar. Marksizm bütün bunları bir arada ele alan, sınıfsal oluşumları dikkatte bulunduran bir yöntemdir. O bakımdan bana birtakım kolaylıklar sağlar. Çok bilmece içinde bırakmaz Marksizm. Açıklayıcı bir yöntemdir. Olguların çok karmaşıklaştığı, söylemlerin sonuna gelindiğinin iddia edildiği bu postmodern dönemde bu işlerin pek de öyle olmadığını ima edebilen ve onların üzerinde ısrarla duran bir yöntemdir. Bu bakımdan işlevinin daha uzun yıllar devam edeceğini ve etkinlik kazanabileceğini düşünüyorum.
Siz ısrarla ‘Gerçeğin altındaki gerçeği’ aramak gerektiğini hatırlatıyorsunuz. Kitapta da Marx’tan ‘Görüntüyle şeyin özü çakışmaz, çakışsaydı bilime de gerek yoktu’ alıntısını kullanıyorsunuz.
Çakışmaz bunlar. Aralarında daima bir zemin farkı vardır. Bu olguların kaydığı bir düzen vardır. Kayar. İnsan kendisi de kaydırır. Buna vesile olur anlayış biçimi dolayısıyla. Çünkü her insanın başka bir anlayış, yargılayış biçimi vardır. Bütün bunlar son kertede etkin olan faktörlerdir. Tek başına oluşmuyor gerçek dediğin. Zaten gerçek dediğin çok komplike bir olgu. Hele bugünkü dünyada neyin gerçek olduğunu tahlil etmek son derece zor gibi gözüküyor.
Medyanın popüler kültürün propaganda aracı olduğunu anlatmaya çalışıyorsunuz.
Bütün bu kültürel araçlar kimin elinde? Bunlar sermayenin elinde. Gazeteler, televizyonlar, film sektörü sermaye sahiplerinin elinde. Hakim sınıfla bütün bu aygıtı elinde bulundurmaktadır. O zaman kendi istediklerinin yapılabileceği ortamı da kendi kendilerine yaratıyorlardır diye düşünmek lazım. Bugün Türk basını üç dört tane holdingin elinde toplanmış durumda. kültürel sermayenin büyük bölümü egemen güçlerin, paranın sahiplerinin elinde. Oradan da o kültürün yayılması ve benimsetilmesi için elden geleni yapıyorlar elbetteki. Bunları görmezden gelemeyiz.
Medya imparatorluğundan bahsetmek de yersiz o zaman. İmparator olan her zaman hakim sınıf...
Elbette. Resim alanından örnek vereceğim. Çok da güzel bir kitap çıktı. CIA’nın dünya sanatını nasıl yönlendirdiğini anlatıyor Parayı Veren Düdüğü Çalar diye bir kitap. Bir Amerikalı gazetecinin araştırması. Uluslararsı bir müzenin nasıl dünya sanatını etkilediği ve biçimlendirdiği çok güzel anlatılıyor. Siyasetin sanatın üzerinde nasıl etkili olabildiği açıkça ortaya konuluyor. Bu duruma alet olmuş, kullanılmayı benimsemiş dünyaca ünlü sanatçıların adı geçiyor kitapta. 
İletişim araçlarının demokratikleşme ve özgürleşmeye katkısı olduğunu düşünmüyor musunuz?
Bunu düşünmezsek hemen teslim olmamız gerekir. Hiçbir görüş açısı dünyada tek başına egemen olamıyor. Daima bir muhalif, ters bakış açılarına sahip kimselerin bulunduğunu her zaman söylemek gerekir. Bu tabii Bloch’un ‘Umut İlkesi’ dediği ilkenin muhafazası için şarttır. Tarih boyunca görülüyor ki, insanlar mücadeleyi bırakmıyorlar. Daima yeni bir lider çıkıyor. Bir yol gösterici bulunuyor. Buna isterseniz mesihçilik deyin. Birisi çıkıyor ve umut ışığı yakıyor. Yoksa insanlar köle olarak kalmaya yargılı demektir.
İnsan o kadar da pasif değil mi?
E değil tabii ama, şimdi teknolojinin bu kadar geliştiği, kültür araçlarının çeşitlendiği ve çoğaldığı dönemde, bu aydınlatma görevini yapmak da öyle sanıldığı kadar kolay değil. Bir yığın fedakârlık gerektiriyor. Bu da her zaman her insan tarafından kolaylıkla tercih edileblir bir şey değil. Aç kalmayı, yoksul düşmeyi kimse göze alamıyor, kolay değil...
Kapitalizm açısından her şey yolunda gidiyor gibi gözükse de toplum içinde muhalif sapmalar olabiliyor...
Tek bir doğrultu yok. Toplumlar şöyle gelişir diye bir iddiada kimse artık bulunamıyor. Marksizm dahi böyle bir iddiada bulunmuyor. Marksizm bir olanaktır, bir imkandır. Sadece bu yolda çalışanların varlığına bağlıdır gerçekleşmesi. Yoksa Marksizm gökten zembille inen bir olgu değil. 
Kitapta popüler kültürün kadınlık ve erkeklik rolleri üzerindeki etkilerine de değinmişsiniz...

Genel süreçten ayıramıyoruz bunu. Kadın erkek ilişkileri dünyanın genel süreçleri içinde biçimlenen olgular. Tek başına kadınlık olmadığı gibi tek başına erkeklik de yok. Şu açıktır ki özellikle Türkiye’de kadın olayı bu günkü medya koşullarında elbette ki kadınların aleyhine kullanılmaktadır. Bakmayın siz bütün o özgürleşim havalarına rağmen kadınlar hâlâ ikinci planda değerlendirilmektedir. Buradan da yine egemen sınıfların lehine bir kadın anlayışı sergilenmektedir. Evet kurtulan kadınlar vardır bugün. Özgür ve rahat davranan kadınlar var. Ama bu son kertede kadınların özgürleştiği anlamına gelmiyor. Bir birliktelik olmadıkça kurtuluş yoktur. Kadınların tek tek kurtulmaları bir şey ifade etmez. Kadınların bir bütün olarak kurtulması söz konusudur. Bu da tabi toplumun bir bütün olarak kurtulmasına bağlıdır. Burjuva kadınları da işçi sınıfı kadınları gibi ezilir. Ve kurtuluşları birbirlerine bağlıdır.

POPÜLER KÜLTÜRDEN TV SÖMÜRGESİNE 
Ahmet Oktay
İthaki Yayınları
2009
750 sayfa
49 TL.