27 Kasım 2011 Pazar

KAYIT ALTI: Butler’lı, Benjamin’li Asaf'lı albüm!

27.11.2011 (Taraf)


Neyse
Neyse
Babajım Records
Selim Kırılmaz’ın sesi çok güzel. Albüme kilitlenmek için sadece bu bile yeterli olabilir. Sözler çok etkileyici. Her biri şiir gibi…  Albümde oldukça sert bir rock tınısı var; ama bir yandan da özellikle vokalin etkisiyle alaturrka bir damar hissediliyor. Melodiler akılda kalıcı. Her parçayı bir kere dinledikten sonra mırıldanmaya başlıyor insan. Uzun zamandır bir albümü bu kadar 'bayıla bayıla' dinlememiştim. Peyk’in albümünden bu yana bir grubun konserine gitmeyi bu kadar istememiştim. Bunu meraklı bir muhabir kulağıyla değil, sadece gayet ortalama bulduğum müzik zevkine sahip bir dinleyici olarak söylüyorum.
Öyle ki şimdi bu 'Word belgesi'ni kapatıp sosyal medya marifetiyle grubun fan sayfalarına bazı harfleri uzatılmış kelimelerle sevgi mesajları yazmak istiyorum…
Derken şarkı sözlerindeki ‘kör gözün parmağına’ olmayan muhalif ruhu hissettikçe yavaş yavaş albüm içine çekiyor beni, yüzeysel ifadeler uçup gidiyor zihnimden.
Kartoneti elime alıp, bilmemkaç numara miyop gözlerimle minicik yazılmış notları okumaya cesaret ediyorum. Alıntılar görüyorum, Devran’ın altında Walter Benjamin ve Michael Löwy; Siyah parçasının hemen ardındansa Özdemir Asaf’tan ‘Ne olacak şimdi, ne olmuştu?’ diye soran alıntı…
Fakat en büyük heyecanı
Uzak ve Kırık parçalarının altındaki yazıyı görmeyi başarınca yaşıyorum. Toplumsal cinsiyet kavramının şekillendiricilerinden, feminist teorinin nefes kaynaklarından biri, efsane Judith Butler’ın adına kaç albümde rastlayabilirsiniz ki? Bu alıntıda 'kayıp' hissini anlatıyor Butler. Birini kaybetmenin, ait olduğumuzu hissettiğimiz bir yerden kopmanın verdiği dayanılmaz hissin köklerini, hayatla bağ kurma yollarımızı işaret ederek, anlatıyor. Neyse, müziğin ve sözlerin nasıl kıvrımlardan damıtılarak önümüze konduğunu anlatıyor albümde ince ince…
Daha kalın ifadelerleyse grubun Facebook sayfasında yer alıyor hikaye…
2000'li yılların ortalarına doğru Deniz Ünlü (davul) ve Selim Kırılmaz (vokal, bas gitar) tarafından kurulmuş Neyse. Uzun süre Yeşilköy'deki garaj-stüdyolarında çalışmalarını düzenli olarak sürdürmüşler. 2003 yılından itibaren de çeşitli rock bar ve festivallerde sahne alan ve 2009 yılında ilk single'ı olan Yapma Meydan'ı yayınlayan grup, geçen yıl gitarist Melih Balta'nın katılımı ile son halini almış.
Abümün en akılda kalıcı, en kıvrımlı ve en kolay dinlenir şarkısı Hokkabaz ilk single olarak belirlenmiş ve aynı şarkıya Murad Küçük yönetmenliğinde klip çekilmiş.
Daha çok şey söylemek istiyorum; hatta bir röportajda kendilerine anlattırmak her şeyi… O zamana kadar bol bol dinleyeceğim albümü… Siz de yapın…

Son Ağaç
Direc-T
Favela Records
Albümü CD Çalar’a takınca duyduğum ilk gitar tınısıyla yıllar önce bir arkadaşın elime tutuşturduğu o kopya CD’yi anımsadım. Üzerinde asetat kalemiyle Direc-t yazıyordu.
Bilge Kösebalaban’ın özel sesiyle tanışmamın hikayesi böyle.
Şimdi yeniden duyduğum bu ses, hemen söylemeliyim ki, oldukça olgunlaşmış, ayakları yere basan bir tını almış. Aslında sadece Bilge’nin sesi değil, bas gitarda Alex Tintaru ve davulda Özgür Peştimalci’den oluşan grubun her zerresinde hissediliyor olgunluk.
Albümden de albüm tanıtımından da anlaşıldığı üzere Direc-t’in artık yıllanmış ve profesyonel bir grup olma iddiası var.
Bol punk’lı, ska’lı albüm oldukça eğlenceli, daha doğru bir ifadeyle, albümün bütününde olumlu bir 'hal' var. Aslında parçanın tonu ne olursa olsun Bilge’nin sesinde bir parçanın olumsuz duyulması mümkün değil galiba.
Albümün Dede Efendi bestesi Yine  Bir Gülnihal’e gönderme yapan parçası Gel’de kullanılan akordeon ve Yoksun, Bana­ Ne, 20 Ways, Ama Sen’de kullanılan çello çok dikkat çekici ve tatmin edici.
Son Ağaç’ın en güzel esprisi bir süre Fatih Ürek ve İbrahim Tatlıses arasında paylaşılamayan şu Hadi Hadi parçası… Ska ritmleriyle seslendirilen parçanın biraz daha deforme edilerek düzenlenmesini bekledi kulaklarım.
Albümde Arif Sami Toker`in 1970`lerde bestelediği ve Sevil Öztatlı`nın söylediği şehvetli kanto Seks Seks Seks de yer alıyor. Şarkıya Öztatlı’nın sesiyle başlanıyor.
Albümün tek İngilizce parçası 20 Ways bittikten sonra 12 saniye kadar beklerseniz sizi Tolga Çebi’nin kemanı ve Deniz Doğangün’ün çellosuyla hazırlanan tadımlık bir sürpriz bekliyor…
Less Than Jake ve The Exploited gibi grupları seviyorsanız Direc-t’ten kaçmayınız…

26 Kasım 2011 Cumartesi

'Bizi doğadan koparmaya çalışıyorlar, asıl bölücülük bu'

26.11.2011 (Radikal)


Gözleri doldu doldu boşaldı. Bir ara süzülen yaşlara engel olamadı. ‘Hayvanlar’ albümüyle hepimizi kendine âşık eden o güzel kadınla yeni albümünü konuşmak için buluştuğumuzda, onun müziğindeki asilik ve kırgınlık karışımının ‘bu düzeni değiştirme’deki kararlılığından kaynaklandığını anladım. İnsan müziğiyle ya da yazdıklarıyla tanıdığı biriyle yüz yüze gelmekten çekiniyor bazen, “Ya sevdiğim gibi değilse” diye… Şanslıyım, “Tanıştığıma memnun oldum” cümlesi kaç kere gerçek anlamında kullanılır ki hayatta…
Bu akşam İKSV Salon’a gidin, o kadının gözlerinin içinde yanan ve yaşlarla körüklenen ateşi görün… Bu vesileyle iki hafta kadar sonra çıkacak ve adı – muhtemelen - ‘Deli Bando’ olacak yeni albümü de ilk kez dinlemiş olacaksınız…  

Epeydir çalışıyorsunuz albüm için. Yoruldunuz mu?
Kilo verdim çok (gülüyor). Bu işi yapmak, arkanızda çok güçlü plak şirketleri yoksa çok meşakkatli. Bu süreçte adeta ‘kapandım’. Tutarlı ve bütün bir şey ortaya koymaya çalıştım. Bir kanalın içine girdim ve bana ne geliyorsa onu ifade etmeye çalıştım.  

İlk albümden bu yana neler keşfettiniz müzikle ilgili?
Bu dönemde işin gerçeğinin sahnede olduğunu fark ettim. Albüm aslında bir etiket, insanlara kendinizi duyurmak için bir medya. Müziğin gerçeğine doğru bir dönüş olması gerektiğini hissettim. Sahnede her şey baştan yazılıyor. Hiçbir şey doğru değilmiş albümdeki, burada bambaşka olması gerekiyor diye hissediyor insan…  

Sizin konserlerinizle kayıtlarınız bambaşka zaten…
Dünya sürekli değişip başkalaşıma uğrarken sizin sabit kalmanız korkunç bir şey. Sahnenin kendimi tekrar tekrar yenileyebileceğim bir alan olduğunu fark ettim. İlk konserlerimde herkes benden aynı kişi olmamı bekliyordu. Oysa konserde her şey değişebilir, müzik bile olmayabilir… Böyle bir şey yaşarken albümde olana itaat edemeyeceğimi hissettim... O yüzden ikinci albümü biraz öteledim. Ne yapmak istediğimi bulmam için zaman gerekiyordu. Ne söylemek istiyorum insanlarda kapıları açacak? İlk albüm bunu yaptı. Bir yere dokundu ve insanlarda başka yollara kapılar açtı…  

Nasıl yollar onlar?
Bilmiyorum. Ben o müziği yaparken o kadar çok şey düşündüm, biriktirdim ve inanarak, hissederek yaptım ki ortaya güçlü bir şey çıktı. İnsanların zihinlerine ulaştım. Çok büyük bir bilgi birikimi var içimizde, bunu dışarı çıkartmaya bakıyor iş...  

Bir çeşit uyanış mı bu?
Şu an yaşadığımız hayatta uyanmak çok mümkün değil. İnsanlar işlerine gidiyorlar, eve geliyorlar, hiçbir şey düşünecek halleri yok. Televizyon açıyorlar. Bence televizyon dünyanın en zararlı keşfi. Bir halüsinasyon makinesi… İnsanın kendi özgürlüğü için ilk kurtulması gereken şey bu. Ben özgürlüğe giden yolları müzikle buluyorum, insanların içindeki o şeyi uyandırmaya çalışıyorum ve o her zaman tatlılıkla olmuyor…  

Bu yüzden mi sahnede ‘deli gibi’ davranıyorsunuz?
Müziğin doğasına aykırı davrandığım oluyor sahnede. Fazla şiddetli davranıyorum, evet. Şimdiki konserler bambaşka olabilir tabii. Bazen gerçekten taşkın, deliliğin uçlarında bir şey göstermemiz gerekiyor. Delilik hepimizin içinde olan bir şey. Burada olmamız bir deliliğin sonucu. Annemizle babamız seviştiği için şu an buradayız. Ben insanları uyandırmaya çalışıyorum.  

Siz nasıl uyandınız peki?
Hiçbir zaman dünyaya ait gibi hissetmiyordum kendimi. Çocukluğumdan beri bir yanlışlık gibi geliyordu burada olmam. Neden var olduğumu merak ediyorum. Eğer buradaysak tadını çıkarmalıyız. İnsanlar insanlıklarını keşfetmeliler. Bizi doğadan koparmaya çalışıyorlar, asıl bölücülük bu. Hepimiz çok üzgünüz, ağaçlar ve ben ve bütün kedilerim ve köpeğim…  

Bu ne kafası?
Müzik kafası. Müzik beni iyileştiriyor. Müzik olmayınca hiçbir şeye benzemiyorum. Müzik olunca bütün anılarım, her şeyim depreşiyor. Eski zamanlara dair çok fazla bilgi açılıyor. O yüzden gerçek müziği durdurmaya, bitirmeye çalışıyorlar. Her şeyi görselliğe çeviriyorlar.  

Gerçek müziği durdurmaya çalışan kim?
İnsanları sürekli yönetmeye çalışan, o kadar kemikleşmiş bir düzen var ki… Amerika bunu çok güzel dayatıyor. Her şeyi yok etmeye çalışan bir şey görüyoruz. Bunu artık herkes söylesin, görüyoruz! İnsanlığın şakağına dayanmış bir bıçak gibi bizi engelleyen, sürekli ne yapacağımızı söyleyen bir mekanizma var. İnsanların artık ne yapmak gerektiğini konuşması lazım. Bunları konuşamadığımız için şu an devletimiz elimizden gitti. ‘Atatürk, Atatürk’ diye sarıldıkları şu anda kimseye yardım edemiyor. Amerika’ya satıldık. Masallarla uyuttular bizi ders kitaplarında. Yıllarca ‘Türk’ün kahramanlığı, bilmem ne’…  

Ne yapmalı?
Hâlâ ‘cumhuriyet’e falan tutunmayalım. Atatürk’e tapınmayı bıraksın insanlar, biraz fikir üretsinler… Bu kapitalizm düzeninden nasıl sıyrılabileceğimizi düşünmek lazım. Kapitalizm insanı korkunç bir yaratığa dönüştürdü. Artık buna doyduk değil mi? Parayı nereme sokacağımı, parayla ne yapacağımı bilmiyorum yani...  

Nasıl bir düzen istiyorsunuz?
Sadece doğaya ait olarak yaşayabileceğimiz, daha güzel bir yaşam istiyorum. Daha sosyalist, daha insanları düşündürücü… Hâlâ aklım almıyor sosyalizm nasıl bu kadar yok oldu. Artık olay şirazeden çıktı, patlıyoruz bütün dünya olarak. Ben bütün acıları, yemin ederim, hissediyorum bir yerlerimde… “Bakın arkadaşlar, Amerika bir güçtür üzerimizde” demesi lazım herkesin… Bunları bile konuşamıyoruz…  

Neden çekiniyoruz konuşmaya?
öportaja gelirken, “Ne yapmam lazım?” acaba dedim. “Gerçekten konuşayım mı, yoksa, hahah albüm de çok güzel” mi diyeyim. Sonra dedim ki: “Ne saçma bir şey!” İnsanların sürekli politik bir tavır alması gerekiyor. Yeter artık! Benim umurumda değil, en fazla öldürebilirler, o kadar da korkmuyorum ölmekten. İyi bir şey yapmaya çalıştığım için suçluluk duymam, ölümden falan bahsetmem ne kadar anormal değil mi? Ben bu müziği yaparken sürekli baskı altında hissediyorum kendimi. Bunları böyle konuşabildiğim için öldürülecekmişim gibi hissediyorum. Hiçbirimizin başına gelmesin böyle bir şey. Şu an ağlayacağım nerdeyse ve size röportaj vermeye geldim… 

‘İlk albümde ruhum tamamlanmamıştı’

İlk albümden sonra yapılan röportajlarda bunları anlatmıyordunuz sanki…
Konuşmak için insanın ruhunu tamamlayıcı öğeleri bulması gerekiyor... Daha tamamlanamamıştım. İlk albüm yarı bağımlıydı. Bir yere bağımlı olduğunuzda arkanızda “Hayır onu söyleme” diyen bir canavar var gibi geliyor.  

Yeni albümde kimlerle çalıştınız?
Bu sefer Korhan Futacı ve Barlas Özemek’le çalıştım. Ortaya inanılmaz bir doku ve acayip bir müzik çıktı. Müzikle ilgili bildiğim her şeyi onlardan öğrendiğimi hissediyorum şu an. Atölyelerine sürekli dünyanın en iyi cazcıları geliyor, müzik kutusu gibi bir şeyin içine düştüm. Hiçbir kaygı, tasa, para kazanma, gelecek korkusu olmadan sadece müzik için müzik yapılan bir sahanın içine düştüm…  

Dünyayı Queen’den ve Jim Morrison’dan ibaret zannederken yıllar içinde daha geniş bir müzik evrenine girdiğinizi hissediyor musunuz?
Kesinlikle. Çünkü biz Türk insanı olarak Queen’e, Morrison’a uzaktan baktık hep. Bizim için onlar kayıtlardaydı. Şimdi bu üç sene boyunca orada müziğin bütün gerçekliğini hissettim. Beni tokatladı, beni öldürdü, diriltti ve bütün yaşayışımı etkiledi. Müziğin bu kadar güçlü bir şey olduğunu bilmiyordum…


Fotoğraf: Muhsin Akgün

18 Kasım 2011 Cuma

KAYIT ALTI: Ağlatmayan ama ağlayan albüm

15.05.2011 (Taraf)

As Fâr
Le Trio Joubran
World Village
Samir, Wissam, Adnan Joubran; Filinstinli üç kardeş... “As Fâr” bu birlikteliğin ürettiği beşinci albüm... Yazılı doğaçlamaların icra edildiği albümde, ekip, Youssef Hbeisch ve Dhaffer Youssef’i konuk etmiş. Kayıt öncesi prova yapmamış olmalarından da cesaret alarak diyebilirim ki, “an” dan, “kalpten” ve önünde eğilinecek bir “düşün sisteminden” besleniyor albüm. “Doğu”yu, “doğu”nun kulaklarıyla anlatıyor As Fâr. Bu sebeple,  bu albüm üzerine konuşurken, insan,  mistisizm göndermeleri, büyü, tılsım gibi müziği “çamura bulayan” ifadelerin yanından bile geçemiyor. Arapça konuşan, batı müziği öğelerinde de anlam bulabilen, ancak asla çeviri içinde kaybolmayacak bir müzik bu.  Ağlatmıyor ama ağlıyor... Dinlemenizi ısrarla tavsiye ederim. Ben, her dinlediğimde, ah, diyorum, keşke Türkiye’de bir konser verseler...


Move Like This
The Car
Hear Music
Amerikalı grup The Cars 1970’lerin sonuna doğru kuruldu. İlk albümlerini 1978’de piyasaya süren grup, new wave etkili rock tınılarıyla oldukça geniş bir etki alanı yarattı. 1987’deki Door to Door’a kadar toplam altı albüm çıkardılar. The Cars’tan yaklaşık 24 senedir çıt çıkmıyordu. Derken, Kayıt Altı’nda mevzu etmekte olduğumuz “Move Like This” geldi. Albüm grubunun tarihinin “en romantik albümü” olarak nitelendiriliyor.  Gerek şarkı sözleri, gerekse yer yer ağırlaşan müzikle bunu doğrulamamak imkansız. Move like This, popu dışlamayan bir rock albümü. Grup, bu albümde de yola bildiğimiz kadrosuyla devam ediyor: ritm gitarda Ric Ocasek, gitarda Elliot Easton, klavyede Greg Hawkes, davulda David Robinson. Ancak bir eksik var. Basçı Benjamin Orr, 2000’de pankreas kanseri sebebiyle aramızdan ayrılmıştı.

Beast
Devil Driver
Roadrunner / EMI
Beast, Amerikalı glam-rock grubu Devil Driver’in beşinci stüdyo albümü.  California’da 2002’de krulan grubun ismi, “cadılarının şeytani güçleri etkisiz hale getirmek için kullandıkları çanlar”a gönderme yapıyor.
Beast, karanlık gitar rifflerinin davullarla mükemmel uyum içinde olduğu, depresif bir ruh hali yaratması beklenirken, bu halden tamamen uzakta, Dez’in sağlam vokaliyle metal etkilerinin iyiden iyiye yükseldiği bir albüm.  Çıktığı ilk hafta Amerika’da 11 binin üzerinde sattığını ve Billboard 200’de 42’nci sıraya kadar yükseldiğini de hatırlatalım.

Chuckles and Mr. Squeezy
Dredg
Superball Music
Grubun solisti Gavin Hayes diyor ki, “Bir grubun geleceğinin olması, ancak sürekli yeni şeyler üretmesiyle mümkün olabilir.” Dreg, beşinci stüdyo albümü, Chuckles and Mr. Squeezy’de, yepyeni bir tınıyla karşımızda. Elektronik öğeleri yoğunlukla kullandıkları albüm, Hayes’in vokalinden olacak, eski duygusal havayı da muhafaza ediyor. Hayranlarını epey şaşırttı ve bir ölçüde de hayal kırıklığına uğrattı Dredg, ancak kabul edilmeli ki, iyi bir iş çıkardı.

Belong
The Pains of Being Pure at Heart
Slumberland Records
Belong, The Pains of Being Pure at Heart’ın ikinci albümü. Vokalde Kip Berman, Klavyede Peggy Wang, basta Alex Naidus, ve davulda Kurt Feldman’dan oluşan ekip, albümü, “bir süredir içlerinde sakladıklarının dışa vurumu” olarak tarif ediyor. Yalan değil, New York’lu indie-pop grubu,  albümdeki parçalarda, dönemlerle tarif edilen pek çok müziğe gönderme yapıyor. Ancak bu etkileri, kendi içlerinden süzerek karşımıza çıkarıyor. “Belong” kolay dinlenebilir, duygusal ve ilk albüme kıyasla ayakları daha yere basan bir albüm.

15 Kasım 2011 Salı

Kayıt Altı Dunia’da


Kadıköy barlar sokağındaki Dunia’nın müzik direktörlüğünü bu yıl Müzik Hayvanı isimli şahane insiyatif üstlendi.

Kendileri, Kayıt Altı’nı, sevdiği müzikleri mekânın konuklarıyla paylaşabilsin diye DJ kabinine davet ettiler… Velhasıl, 19 Kasım Cumartesi akşamı Kayıt Altı olarak Dunia’dayız. Bekleriz…



13 Kasım 2011 Pazar

KAYIT ALTI: Bir röntgen de biz çekelim


13.11.2011 (Taraf)

r.p.c.m
Ulaş Oral
Taşoda/Elipsis
“Her geçen günde yeni bir felaket gelip kavramaz kimseyi. Felaketleri kendi yaratıyor insan. Ondan bundan çalınmış hayatları yaşıyor. Çokça şiir geveliyor insanın aklı ona. Kalp bir organdır. Büyütmeyelim. Kırılmaz. Parçalanabilir. Bir insanı mutlu edemez. Bir şarkı? Alayım. Bir şiir mutlu edebilir insanı.” Ulaş Oral’ın internet sitesinde yayınladığı bir blog yazısından alındı bu satırlar. Çünkü Oral, en azından onun bize tanıtmak istediği kişiyi iyi anlatıyorlar…
Bu satırlardaki gibi, duyguyla akıl arasında bir yerde takılıyor o. Şarkı seviyor, şiiri daha çok… Dünya üzerine kafa yoruyor. Oturup düşünüyor ciddi ciddi. Cevap bulabiliyor mu sorularına? Umurunda olduğunu sanmam. Doğru, sağlam bir yerde durmak onun kaygısı.
Küçük İskender’in Kahramanlar Ölü Doğar’ından esinlenerek yazdığı şarkıdaki gibi “Yükü çok”. Ama onu yaşatan da bu.
Daha evvel birkaç müzik grubu içinde adını duyduğumuz Ulaş Oral mürekkep yalamakta olan biri. Şu anda doktora yapıyor. İstanbul Üniversitesi’nde müzikoloji yüksek lisansını tamamlamış. Akademi İstanbul müzik bölümünü birinci bitirmiş. Gitar ve vokal eğitimi sırasında Şevket Akıncı, Akın Eldes, Ayşe Tütüncü, Fuat Güner’inde aralarında bulunduğu önemli isimlerle çalışmış.
2005’te ‘Post-modern Aşka Arabesk Yazılar’ isimli bir kitabı yayımlanmış. Şu sıralar iki yeni kitap üzerinde çalışmaktaymış.
Röntgenler, Panayırlar ve Cenaze Marşları onun kendi adını taşıyan ilk albümü. Bir konsept albüm. Dokuz şarkı üç bölüme ayrılıyor. Albüme ismini bu bölümler veriyor. 
Röntgenler’de hikâyelere konu olan bazı karakterlerin iç dünyalarını anlatıyor. Yorgun bir kahraman ve yüzünü çirkin bulan bir narsist’in yanı sıra bildiğimiz Romeo ve Edmond Dantes’in röntgenini çekiyor.
Panayırlar eğlenceli, Cenaze marşları ise hüzünlü şarkılardan oluşuyor.
Oral, rock’ın farklı tınılarını içine alan bu albümde bizlerle paylaştığı ‘bipolar’ duygularla sanki kendi röntgenini çekiyor. İlk albüm heyecanına yenilmeyip, kapaktaki belli belirsiz yüzle yetinerek kartonete boy boy fotoğraf koymaması belki de kendini kalemi ve sesinin ilettiği duygularla anlatmak istemesinden kaynaklanıyor… Kayıt Altı, sanatçının içine girmemize izin veren albümleri çok seviyor…

Aşk Mevsimi
Dilek Türkan
Kalan Müzik
Son zamanlarda sıklıkla adını anar olduk Kalan’ın. Sadece Kayıt Altı’nı takip ederek bile şu sıralar bol bol albüm basmakta olduklarını anlamak zor değil. Dinleyiciyle buluşturdukları bir albüm de Dilek Türkan imzalı. Kadife gibi, su gibi bir albüm Aşk Mevsimi. Şu yağmur çamurda bile mevsim değişikliğine neden oluyor gönülde. Sesi yüzünden de güzel kadın Dilek Türkan’ın albümü 7 Şubat 2010’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleştirilen konserin kaydı.
Tango söylüyor. Buenos Aires’in kenar mahallelerinden doğup Avrupa üzerinden yirminci yüzyılın başında Türkiye’yi etkileyen bu ritmin, Türkiye’de hafif naif hafif arabesk bir ruha bürünüş hikâyesini anlatıyor Aşk Mevsimi… “Rüzgarında öyle savrulup durulan” aşkların kırdığı ve “tamiri mümkün olmayan” kalpleri, “yarın düğünümüz var nişanlım sen olaydın” boynu büküklüğüyle okşuyor… “Önce gözlerin terk etti beni sonra da sen” diye gözyaşı döküyor ve “unutulmayan tatlı hatıralar”ı anımsatıyor…
Klasik Türk müziği sanatçısı Dilek Türkan’ı İnce Saz grubunun solistlerinden biri olarak tanımıştık. Grubun Mazi Kalbimde Yaradır isimli tango albümünün en meşhur parçası ilk Türk Tangosu olarak bilinen Mazi, bir Necip Celal Andel parçasıydı. Mazi’nin kendisi için bir dönüm noktası olduğunu söyleyen Türkan, kendi ismini taşıyan albümünde de tangoyu Türkiye’nin kalbine sokanlardan biri olan Andel’in Sarı Yapıncak isimli bestesini yorumlamış.
18 eserin yer aldığı ‘Aşk Mevsimi’, İncesaz’ın kurucularından Cengiz Onural’ın yazdığı uvertür ile başlıyor. 1930’ların en önemli etkinliği Süreyya Opereti’nin tanınmış solistlerinden Afife Hanım’ın hayat verdiği, Haydar Tatlıyay imzasını taşıyan Gülistan Tango dikkat çeken bir başka parça. Albümde Fehmi Ege, Muhlis Sabahattin Ezgi, Refik Fersan, Neveser Kökdeş eserleri de yer alıyor…

Kayıt Altı Dunia’da
Kadıköy barlar sokağındaki Dunia’nın müzik direktörlüğünü bu yıl Müzik Hayvanı isimli şahane insiyatif üstlendi.
Kendileri, Kayıt Altı’nı, sevdiği müzikleri mekânın konuklarıyla paylaşabilsin diye DJ kabinine davet ettiler… Velhasıl, 19 Kasım Cumartesi akşamı Kayıt Altı olarak Dunia’dayız. Bekleriz…

6 Kasım 2011 Pazar

KAYIT ALTI: ‘Haydi Yaşar yine yap’…

06.11.2011 (Taraf)

Güneş Kokusu
Yaşar Kurt
Kalan
Öyle zor ki üzerine kalem oynatmak. Ettiğim her laf kendi geçmişim için edilmiş olacak sanki. Onu kurcalamak, kim olduğumu kurcalamak olacak.
Yaşar Kurt’un “bir efsane” olduğu yıllardı… Dünyanın tüm depolitikliğine inat hayatın politikliğine inanıyorduk. Hem ateşli hem boynu bükük hem de mağrurduk. Yaşar Ağabey’in şarkıları bize çok yakışırdı yani…
Her şeye itiraz ediyorduk; oysa “dokuz altı yollarında gülmenin yasak olduğunu” deneyimlememiştik bile daha.
Bir eylemde şarkı söylemek için İzmir’e gelmişti de Kordonda karşımda oturup Jack Daniels içmişti. Viski içmeyi devrimciliğe sığdıramayarak ayıplayacak kadar çocuk bir o kadar da aptaldım onu son dinlediğimde…
Yaşar Kurt sekiz yıl aradan sonra çıkardığı Güneş Kokusu’na Efkan Şeşen’in Dokuz Altı Yollarında’sıyla başlıyor. Ne tesadüf ki, şimdi o saatler arasında, çoğu zaman asansörde karşılaşan insanların birbirine selam vermeye zahmet bile etmediği, camlarını açamadığımız, lanet bir havalandırma yoluyla dolaşan mikroplarla epey haşır neşir oluğumuz ,17 katlı bir plazada çalışıyorum.
Binlerce insan arasında nasıl yapayalnız kalınırmış, öğrendikçe göz yaşı döküyorum. Eyleme falan pek vakit olmuyor, çay molalarında bir arkadaşla yan yana gelip dünyayı kurtarıyorum. Yaşar Kurt’u son gördüğümden bu yana dünya değişti mi bilmiyorum; ama benimki bambaşka artık. Bunu kabul etmek zorundayım. Ya gerçekle çarpıştım, ya gerçeği küstürüp hayal alemine daldım… Zamanımın çoğunu çıkış yolu arayarak geçiriyorum. İşte bu yüzden sekiz yıl sonra gelen bu albümü eski bir dostu bağrıma basar gibi karşılamaktan başka çarem yok gibi…
Kişisel bir hikâye mi? Sanırım değil. Kendim Gibi şarkısında “Anılarım birer birer ah kırılıp döküldüler, şimdi yoksun, orada yoksun, zaten yoksun, belki bir an, belki bir gün hatırlamak o günleri, şarkılarım birer birer ah kırılıp döküldüler” diyor Yaşar Kurt… Demek ki, anlattıklarım kişisel değil… İnsan elinde tuttuğu bu CD’ye bakıp, Kurt’a bir büyücü gibi her şeyi eskiye döndürmesi için yalvarası geliyor: ‘Haydi Yaşar yine yap’…
Romantik anıları bir kenara bırakıp şarkılara gelmeye gayret edelim… Güneş Kokusu’nun içindeki şarkılardan bazılarının kayıtları 2006’da yapılmış.  Parçalarda, Engin Yörükoğlu (davul), Ahmet Güvenç (bas), Çağatay Kehribar (gitar, tef) imzaları var. Son yıllarda pek çok albümde katkısına rastladığımız Ediz Hafızoğlu (davul) da iki parçada yer alıyor.
Yaşar Kurt, Cem Karaca’nın 30 yıl önce hayat verdiği Emrah’ı da çok başarılı şekilde yorumlamış. Albümün ödünç alınan parçalarından biri de, Hayyam’ın sözleri üzerine Mehmet Güreli müziğiyle ortaya çıkan o muhteşem şarkı “Kimse Bilmez”… Ve anonim türkü Galevera Deresi Kurt’un sesine çok yakışmış. Umut Eroğlu’nun Radikal’deki söyleşisinden öğrendiğimize göre, Ocak ayında yeni kayıtlara başlıyormuş Yaşar Kurt.  Onda hikâyesi olan Vedat Sakman, Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok gibi bestecilerin şarkılarını yorumlayacakmış…

Kulp
Kulp
Şafakaraman Production
Kulp’un albümü geçtiğimiz Haziran ayında çıkmış olsa da, ekip yavaş yavaş basında yer almaya ve tanınmaya başlıyor.  PR tarafı gibi, aslında albüme ulaşma aşaması da pek kolay olmamış, 2007’den beri çeşitli eleman değişiklikleriyle çalıp söylüyor Kulp.  Ortaya kendi besteleri çıkmaya başladığından beri de albüm yapmak için çabalıyor.  Hazırladıkları demoyla pek çok kapıdan dönen Kulp’a ezelden beri müzik piyasasının içinde olduğu hissini veren Şafak Karaman kapısını açmış. Ve ilk albüm de onun desteğiyle bize ulaşmış.  
Maltepe Üniversitesi Turizm ve Otel İşletmeciliği bölüm başkanı Çağdaş Turan (vokal, gitar) ve aynı bölümde öğretim görevlisi Kerem Olgaç’ın (bas) başını çektiği gruba gitarda Serdar Seçme, davulda Murat Altun, klavyede Onat Artun’da dahil.
Kulp’un en güzel yanı, beş kafadan beş ses çıkıyor oluşu. Geniş bir yaş aralığındalar. Her birinin müzikten de hayattan da anladıkları başka başka. Albümü dinlerken de bu özgürlükçü havayı koklamak mümkün oluyor.
Grubun gitaristi Serdar Seçme eski bir Kardeş Türküler üyesi. World müzik kategorisinde Grammy adayı oldukları açıklanan gruptan aradığını bulamadığı için ayrıldığını söyleyen Seçme’nin adı her ne kadar grubun son albümü Çocuk Haklı’da geçmese de, müzisyenden albümde emeği olduğunu öğrendik.
Elimizde genel olarak bir rock albümü tutuyor olsak da kayıtta pek çok türe rastlamak mümkün. Bazen grunge, bazen pop ve hatta geleneksel Anadolu tınıları kulağa çarpıyor. Çağdaş Turan’ın harika sözleriyle harmanlanıyor müzik. İyi bir hikâye yazarı olan Turan’dan taşan her söz, neden bahsederse bahsetsin son derece samimi. Her şarkıda bir hikâye anlatıyor.  Bazen arabeskleşmekten kendini alamıyor. İyi de oluyor. “Sensiz cehennem cennet, senle cennetse zulüm, eğer seni gömerlerse, göğe savursunlar külüm” sözlerinin geçtiği Yancı şarkısı albümün en sert parçalarından biri.
Kulp, aşk acısından da bahsediyor, modern dünyanın insanları mecbur ettiği rezil hayattan da, ama 10+1 şarkıda her ne yapıyorsa, çok içten yapıyor. Kulp, yıllardır bildiğim arkadaşlarımın yaptığı bir albümü dinliyormuş gibi dinledim…