28 Ekim 2011 Cuma

'Yeni albümde öfke olmayacak'


28.10.2011 (Taraf)

Melis Danişmend kendi adını taşıyan ilk albümü Daha Az Renk’i yayınlayalı neredeyse bir yıl oldu. Dinleyicinin üzerindeki etkisi sürmekte olan bu albüm bu akşam Borusan Müzik Evi’nde seslendirilecek.

Çok hikâyeli birisiniz siz. Yorulmuyor musunuz?
Yolda giderken, vapura, dolmuşa bindiğimde, sürekli insanları analiz ederim. Herkesin de böyle yaşadığını düşünürdüm. Bir gün bazı insanların “ben sadece gideceğim yeri, toplantıyı düşünürüm” dediğini duyunca dehşete kapılmıştım. Bu hep benim için böyle devam ettiğinden ben bunu normal sanmıştım; ama sonradan bunun ne kadar yorucu olduğunu fark ettim. Bir yandan da çok güzel ya da özel ya da kötü ya da değişik hikâyeler topluyorsunuz. Kafamın içinde bir sürü ses var hep.
Daha Az Renk’i yaratan sesler hüzünlü mü eleştirel mi öfkeli mi? Nasıl tanımlıyorsunuz albümü?
Öfkeli ve hüzünlü bir albüm bu. Böyle olmasını istedim çünkü bir dönemi kapatmama vesile oldu bu albüm. Terapi niyetine yapmış oldum bu albümü. Güzel olan tarafı yazdıktan söyledikten sonra onları unutabiliyorsunuz, başka bir etaba geçmenize yardımcı oluyor. Acılı taraf bitiyor, zevkli taraf başlıyor. Yazdıkça sesler susmuyor ama daha zevkli bir hal alıyor…
Sadece albümdeki şarkıları yazmak yetmiyordur size…
Ben devamlı yazarım. Bir sürü şey var. Manyak gibi yazarım.
Bir kitaba dönüşür mü bunlar bir gün?
Hiç bilmiyorum. Ben küçüklüğümden beri bir şeyleri yazıyla ifade etmeyi daha kolay buldum. Annemin babamın doğum günü olurdu onlara şiirler yazardım. Teşekkür notları… Kardeşime, kendim için… O komik tatlı şiirlerden düz yazılara döndü zaman içinde, şarkı sözlerine döndü. Arada kendi kendime canım ne istiyorsa onu yazdım, hikâye formatında yazılar oldu. Bir kısmı ortaya çıkıyor. Bir kısmını sanırım hiçbir zaman ortaya çıkartmayacağım. Bir kısmını belki cesaret edebilirsem biraz ortaya çıkarırım.
Müzik yazıları yazmayı özlüyor musunuz?
Müziğe daha fazla yoğunlaşmak için biraz ara vermek istedim. İstediğim zaman blog’a ya da herhangi bir yere yazabileceğimi biliyorum. Dolayısıyla büyük bir özlem içinde değilim şu anda. Müzik yazmanın bir zevki var ama müzik yapmanın da ayrı bir zevki var… Şu anda başka bir tarafımı doyuruyorum… Bu arada Miller Dergi’ye yazıyorum, özlemimi gideriyorum.
Blogunuzdaki son yazınızda zamandan ve geç kalmışlık hissinden bahsediyorsunuz…
Belki de şimdiye kadar yazdığım en kişisel yazılardan biri o. Küçük yaşlardan itibaren hep bir şeylere geç kalmışım duygusuyla büyüdüm. Niye kendime böyle bir eziyet ettiğimi bilmiyorum. Yapı sebebiyle olabilir, biraz hayatın bize sunduğu bir şey, Türkiye’de büyük şehirde yaşadığımızdan olabilir. İnsanların eğitimle ilgili seçimlerini istedikleri gibi yapamamalarından olabilir. Oradan oraya savrulduğumu bilirim… Geç kalıyorum, yapamadım, şunu yapmak istiyordum, yapmalıyım gibi bir rahatsızlık içinde olduğumu sürekli geçmişi özlediğimi hissederdim.
Nasıl geçti o his?
Sadece kendi yapmak istediklerime yoğunlaşmam, her ne kadar zorluklar çeksem de, hep istediğim yolda ilerleme konusunda inat etmem sebebiyle o histen uzaklaştım. Bunun bir diğer adı da büyümek. “Aptal mıyım?” dedim kendime, 20 yaşında 80 yaşında biri gibi hissediyormuşum. “Bu işlerin hiçbirinin erkeni ve geçi yok” demeye başladım.
Geç kalmışlığın cinsiyetli bir his olduğuna katılır mısınız?
Kadın ve erkek farkı çok belirgin mi emin değilim. Ben bu konuyla ilgili kimle konuşsam anlattıklarıma hak verip evet ben de böyle hissediyorum diyebiliyordu. Burada çok fazla kadın erkek ayrımı yoktu. Elbette kadınlarda öyle bir durum var ama çok sohbet ettiğim erkekte de bu hissi yaşadım.
Kadınlara dayatılan şu zaman içinde eskime ve değersizleşme hissinden bahsediyorum… Herkesin görünüşünü de övdüğü biri olarak üzerinizde bu ağırlığı hissettiğiniz oluyor mu?
Kadınların işinin daha zor olduğu bir gerçek, bu kesin. Zaman daha acımasızca işliyor kadınlara ya da bu daha çok vurgulanıyor. Ama bu da hayatın acı gerçeği. Böyle bir durum içindeyiz ve ne kadar çabalasak da bir şey değişmeyecek gibi geliyor bana. Ayrıca da ne kadar zamanımız olduğunu hiçbirimiz bilemiyoruz, bunlara kafayı takarsak insan erken mutsuz oluyor.
3.1’i anımsarsak, kimileri için geçmişten gelen bir sessiniz siz. Dinleyicinin size sahip çıktığını hissediyor musunuz?
Evet. Ve çok müteşekkirim. Çok kişisel şarkılar bunlar. Aslında çok fazla göstermeye cesaret edemeyeceğim duygularımdan oluşuyor. İnsanların bunu sahiplenmeleri, hissetmeleri çok özel bir şey. Bu albümden sonra benim için ortada sadece müzik yok. Başka türlü bir his birlikteliği var. Benim için hayatta en önemli şey his.
Bu hisleri herkese anlatırken insan çekinmiyor mu?
Çok çekiniyor. Çok mahrem şeyler bunlar. Çok kişisel şeylerden bahsediyorum. Ama bu albümü yaparken o kadar birikme ve taşma aşamasındaydım ki, insanın gözü görmez ya bazen… Hemen çıksın gitsin içimden hissiyatıyla yaptığım için, o çekinmeyi ikinci plana atabildim.
Müthiş coşkulu bir insansınız. Ama şarkı söyleme şeklinizden de anlayabildiğimiz üzere çok sakin akıyor bu coşku…
Hissettiklerim o kadar yoğun, öfkeli, hüzünlüydü ki bir de bunları bağıra çağıra söylemeye kalksam iki taraflı yorucu olacaktı. Yorulmadan söylemek istiyordum, akıp gitsin istiyordum, bağırıp çağırmak istemiyordum.
Kentli bir müzik yapıyorsunuz. Ailenizi, yetiştirilişinizi, sınıfsal özelliklerinizi şarkılarınıza taşıdığınızı düşünüyor musun?
Hepimizin yetiştirilişi, ailesi, büyüdüğü ev ve sokak bile doğal olarak üzerimizde etki bırakıyor. Ama hayatım boyunca buna bağlı kalmamaya çalıştım. Bu arada sınıf kelimesini de sevmiyorum. Her girdiğim ortamdaki insanları, nereden geliyor olurlarsa olsunlar, hep anlamaya çalıştım. Sınıflar falan umurumda değil açıkçası, insan benim için önemli olan…
İkinci albüm için çalışmaya başladınız mı?
Evet. Bu sefer çok öfkeli olmasını istemiyorum. Yeterince öfke kustum yeter biraz ara vereyim. Hüzünlü olmasını istemiyorum diyemiyorum; çünkü yine hüzünlü çıkıyor sözler. Ama müzik olarak daha pozitif, trajikomik bir tarafı olacağını hissediyorum.
Konserde neler olacak?
İlk defa bu konserde çello olacak ve gerçek manada akustik bir konser olacak. Gülşah Erol çello çalacak. Ben de ilk defa piyano çalacağım. Ama bunu söylemek istemiyorum çünkü hiç iddialı bir tarafı yok. Deneyeceğim ve hata yaparsam rezi olacağım…

26 Ekim 2011 Çarşamba

‘Dört albüm satılsa birimiz dürüm yiyebiliyoruz’


26.10.2011 (Radikal/ Hayat)

 “Hiçbir şeye ait olmama durumu, dışarıda kalıp bütüne objektif olarak bakabilmek, özgür olmak“ diye tarifliyorlar isimlerini. Maltepe Üniversitesi Turizm ve Otel İşletmeciliği bölüm başkanı Çağdaş Turan (vokal, gitar) ve aynı bölümde öğretim görevlisi Kerem Olgaç’ın (bas) 2007 yılında kurdukları gruba gitarda Serdar Seçme, davulda Murat Altun, klavyede Onat Artun’da dahil. İlk albümleri birkaç aydır raflarda klipleriyse televizyonlarda.

Kulp’un albüme ulaşmak için izlediği yol, onca yeni plak şirketine rağmen bu işlerin hala zor olduğunu anlatır gibi. Çağdaş Turan süreci şöyle özetliyor:  “Önce demo hazırladık çeşitli yerlere gönderdik. Şafak Karaman’la da bir görüşme ayarladık. Çok başarılı bir demo değildi. Kayıtlar yetersizdi. Çok niyetli görünmedi. Ondan sonra albümü kendimiz yaptık. Meğer işler böyle dönüyormuş. Profesyonel gruplar bile kendi albümlerini kendileri yapıp plak şirketlerine gidiyorlarmış. Albümü yaptıktan sonra bize en çok inanan Şafak oldu”

Kulp’un tüm üyelerinin para kazandığı farklı işler var. Bu sebeple albümden maddi bir kazanç beklemiyorlar.  Serdar Seçme, rock’tan pop’a uzanan tınılarının ekonomik kaygıyla oluşturulmadığını anlatıyor: “Eğer müzik marketlerde satılsın, Power Türk’te çalınsın gibi bir kaygımız olsaydı rock müzik yapmazdık. Şu anda piyasada yapılan, rock standına gördüğünüz hiçbir albüm rock müzik değil aslında. Bir şeyleri değiştirme söyleme derdi olan insanların hedefi de Kral TV’de çıkmak olmamalı. 2000’lerden sonra sadece distorsion’lu gitar şarkıları çoğaldı ama rock şarkıları çoğalmadı”

Kendini muhalif bir yerde konumlandırıyor Kulp, ancak Seçme’nin deyimiyle “Muhalifliğin kaymağını yiyen” bir grup olmak istemiyor. Seçme söyle devam ediyor: “Muhalif oluğu için idealist olan adamlar var bu ülkede, Cem Karaca, Suavi...  Bu adamlar bu iş için bedel ödedikten sonra bizim biz şöyleyiz böyleyiz dememiz hadsizlik olur. Zaten günümüzde de tam muhalif olan yeni kurulmuş bir grup da yok. Çevreci olan bir grup, Moğollar gibi sesini duyuran birileri var mı? Siyasi görüşü çok uçlara olup da bunu Cem Karaca gibi söyleyen… Riski göze alan… Varsa da bunlar pazarlamadan mahrum kalıyorlar” 

Çağdaş Turan giriyor söze ve konser vermenin bir aracı olarak gördükleri albümün çok satılmasını istediklerini anlatıyor. “Fakat” diyor, “Kulp’un bir duruşu var, bir takım düşünceleri var, bunlardan taviz vermeden eğilip bükülmeden ilerlemek istiyoruz.” Parayı müzik dışındaki işlerinden kazanmanın istedikleri müziği yapmalarını sağladığını söyleseler de Turan “Sadece müzikle uğraşsaydık çok daha güzel bir albüm yapardık” diyor. “Türkiye’de çok iyi grupların elemanları bile başka bir işte çalışmak zorunda. Kolayca geçinen insanlar olsak, deneysel şeyler de yapardık ama işte...’ “Türkiye’de müzisyenlerin albümden para kazanmamalarının sebepleri var” diyor Seçme: “Bir sürü aracı kurum var. Dağıtımcı, Müyap, Mesam, albümün 14.95’lik ücreti zaten moleküllerine ayrılıyor. O paranın gruba dönmesi imkansız. Dört albüm satılsa birimiz dürüm yiyebiliyoruz”

Buna rağmen müzisyenlerin ortaya örgütlü tepki koymadığını hatırlatıyorum. “Eskiden sosyal medya bu kadar gelişmemişken insanların tepki gösterme biçimiydi sanat” diyor Seçme, “ama şimdi insanlar Twitter’da bir ileti yazdıkları zaman gazlarını boşaltıyorlar, sokağa inmeleri gerekiyorsa onun motivasyonunu kaybediyorlar. Eskiden Woodstock konserinde 70 bin kişi barış diye bağırıyordu, ama şimdi Rock’nCoke’da ya da başka festivale bunla karşılaşmak mümkün değil, barış diye bağıranlar daha kitabı basılmadan içeri atılıyor” diye devam ederken, Turan her şeye rağmen günümüzde müziğin çok daha ‘özgür’ şekilde yapılabildiğini savunuyor: “Eskiden büyük bir ayrışma vardı, acid’ciler, metal’ciler gibi… O çok da gerçekçi bir şey değildi. Müzik sonuçta bu ve iyi yapıldığı zaman her türe ilgisinin olması insanı geliştirici bir şey. Bruce Springsteen’le Neşat Ertaş arasında bile paralellikler kurulabilir aslında”

24 Ekim 2011 Pazartesi

‘Sesin doğasında özgürlük var’


23.10.2011 (Taraf)

Hem gitaristliğinin hem de bestelerinin özgünlüğüyle parmakla gösterilen bir müzisyen Timuçin Şahin. Uzun yıllardır hayatını ülke sınırlarının ötesinde sürdürse de ne mutlu ki zaman zaman kendisiyle Türkiye’de buluşma şansımız oluyor.
İki akşam üst üste Akbank Caz Festivali’nin “Kampüste Caz” konserlerinde izlediğimiz Şahin, son olarak bu akşam saat 19.00’da Babylon sahnesinde…

Kampüse caz sokmak neden hayırlı bir hareket?
İnsanlara en heyecanlı olduğu yaşlarda seçenekler sunmak gerekiyor. Yani 18 yaşlarında aşık olduğunuz gibi, idealist, cesur olduğunuz gibi olmak, ileriki yıllarda daha zordur. O yüzden, hayatın çok önemli bir dönemini ne şekilde yönettiğiniz çok önemli. İçgüdülerinizin ve ruhunuzun sizi teslim almasından korkmadığınız  yaşların kıymetini çok iyi biliyorum. Bir konser, bir plak, bir kitap her şeyi değiştirebilir. Bu yüzden olabildiğince iyi seçeneklerle donatmak gerekiyor eğitim habitatını. Ben Türkiye’de üniversite okumadım, ama hayatıma dair en radikal kararımı, yani müzisyen olma kararımı 18 yaşımda almıştım. İzmir'de izlediğim bir Olive Lake konserinin o zamanki hayal gücüme yaptığı tesiri hala hatırlıyorum. Benim kampüste caz fikrine sıcak bakmamam imkânsız. Kadir Has konseri bizim acımızdan güzeldi. Grup yeni, müzik çok yeni ama başarılı bir geceydi.
Öğrencilerin ilgisi nasıldı?
Hiç bir fikrim yok, sanırım bu sorunun cevabını çok sonra verebilirim. Salon doluluğu gibi göstergelerle doğru orantılı olan ilgiden çok, konserden sonra müzikal algısını sorgulayan, yeni bir dünya ile tanıştığının farkına varabilen birkaç kişinin ilgisi daha önemli benim için. Bu da daha uzun soluklu bir süreç.
Siz de eğitmenlik yapmaya devam ediyorsunuz… Müzisyenin öğrenmekte olana teması ona ne katıyor?
Su anda New York'ta NYU'da eğitmenliğe devam ediyorum. Bu temas var olan bir şeyleri canlandırma, güçlendirme konusunda etkili. Müziğin hayatınızdaki anlamı çok önemli. Bazen asıl işi müzik olmayan olmayan öğrencilere de ders veriyorum. Herkesten benim kadar radikal olmasını beklemiyorum ama her geçen gün öğrendiğim şey, birisine bir şeyi öğretmenin aslında mümkün olmadığı. İyi bir öğretmen uçmak isteyen bir öğrenciyi uçurumdan iter, uçurumdan itilenin kanatlarını kendi başına çırpması gerekiyor. Siz onun için bunu yapamazsınız.
Yurt dışında aldığınız ödüller ve övgülerle meşhur bir müzisyensiniz. Türkiye’de istediğiniz kitleye ulaşabiliyor musunuz peki? Son albüm Bafa ne kadar ilgi gördü?
İstenen bir kitleye ulaşma konusu alengirli bir durum. Aslında her şey olması gerektiği gibi. Bu müziği dinlemesi gerekenler bir şekilde bir gün ulaşıyorlar size. Yazdığınız müzik sizden çıkıp dinleyene ulaşınca artık sizin olmaktan çıkıyor. O müziğin bir yerde kabul görüp beğenilme kaygısı sanatçının özgürlüğünü kısıtlayan en büyük engel belki de. Sesin doğasında var özgürlük. Bir kaynaktan çıkarak özgürleşiyor ve başka bir noktaya yolculuk ediyor ses, fiziksel engellerden çok az etkileniyor. O yüzden ortaya koyduğunuz müzikal eser ile aranıza bazen mesafe koymanız gerekiyor ki hem onu hem bir sonrakini özgürleştirebilesiniz. Bu yüzden Bafa’nın gördüğü ya da görmediği ilgi çok önemli değil benim için.
Sizinle geçen yıl konuştuğumuzda bundan sonra “Bafa ve sonrası” olacak benim için demiştiniz…
Bafa'nın müzikal genetiğinin daha çağdaş müzik tandanslı olmasının sonucunda söylemiştim bunu. Bu da birlikte çalıştığım müzisyenlerle yakalayabildiğim frekansın sonucuydu. John,Thomas ve Tyshawn için müzik sadece cazdan ibaret değil. Provanın ortasında, turnede uçak yolculuklarımızda Xenakis'in herhangi bir eserinin detaylarını konuşabildiğim ya da Morton Feldman'in Samuel Beckett'in eserleri, Jackson Pollock'in resimleri, ya da bizim yörük halılarından aldığı ilhamlarını eserlerine nasıl yansıttığını paylaşabildiğim insanlar. Hem inanılmaz müzisyen olup hem de müziğe tek müzik olarak bakabilme yetisi, yani caz, klasik vs. diye bir realitenin olmadığı  momentumları yakalayabildiğim insanlar olduğu için Bafa benim için hep önemli olacak.
Sonrası nasıl gidiyor peki? Geçtiğimiz yıl Occult Ensemble ile bir konser verdiniz. Occult Ensemble albümü geliyor mu örneğin?
Kayıtların bir çoğu oldu, bazı eserlerin sonik ve müzikal olarak benden okey alması için biraz daha bir zamana ihtiyacımız var.
Babylon konserinde yeni parçalar çalacağınızı duyduk…
Evet repertuar hemen hemen tamamen yeni olacak.

18 Ekim 2011 Salı

Şimdiki zaman için çalıyorum


18.10.2011 (Radikal/ Hayat)

Hint asıllı New Yorklu piyanist Vijay Iyer, triosu’yla beraber18 Ekim Salı akşamı saat 20.30’da 21. Akbank Caz Festivali kapsamında Babylon sahnesinde olacak.

Bir söyleşinizde “çalarken transa geçiyorum” dediğinizi okudum… Bu trans halini konuşarak başlayalım mı?
Bu her zaman olmuyor. Hayatımda birkaç kez olmuştur. Bazen insan çalarken ya da dinlerken müziğin en güzel noktalarında eriyip kayboluyor. O müziği dinleyen herkesin aynı anda bunu yaşaması çok güzel. Doğaçlama yapan bir müzisyen için bu an dünyevi düşüncelerden arındığı ve içindekileri dinleyiciye daha rahat aktardığı bir an olabilir.
Peki siz ne aktarıyorsunuz? Kişisel tarihinizle Hint müziğini keşfiniz arasında nasıl bir paralellik var?
Hint müziği benim için an be an geleneksel mirasımı keşfettiğim 20 yıllık bir ilgi. Güney Hindistan müziklerini derinlemesine dinledikten ve Trichy Sankaran, Umayalpuram Sivaraman gibi usta perküsyoncularla birlikte çalıştıktan sonra, bu müziğe özgü ritim tekniklerini öğrenmeye başladım. Hiçbir zaman Hint müziği icracısı olma iddiasını taşımadım; çünkü böylesi bir müzik üzerinde ustalaşmak onyıllar alır. Fakat 20 yıldır Hint müziği dinliyorum, üzerine okumalar yapıyorum, Hintli müzisyenlerle sohbetler ediyorum ve en önemlisi onlarla ortak çalışmalar yürütüyorum. Bu müzik türlerinde doğaçlamanın rolü üzerine düşünüyorum ve bütün bunların birbirini şekillendirmesine izin veriyorum.
Yaptığınız müzik üzerine türlü yorumlar var.  Siz nasıl tarif ediyorsunuz kendi müziğinizi?
Ben 21. Yüzyıl Amerikan müziği yapıyorum. Amerika son 50 yılda, batılı olmayan toplulukların çoğalmasıyla çok değişti. Bu noktada benim temsil ettiğim melezlik gayet normal görünüyor (ya da ben öyle düşünmek istiyorum). Ben müziğimle içinde geleneksel mirasımdan izler taşıyan kendi hayat deneyimimi aktarıyorum. Elbette bunun içinde başka şeyler de var: klasik batı müziği, Amerikan popu, rock, soul, hip-hop, elektronik ve deneysel müzik, modern besteler, Afrika perküsyonu ve elbette hayranı ve daimi öğrencisi olduğum tüm caz tarihi…
 “Caz tarihine saygı duyuyor ama gelecek için çalıyor”… Sizinle ilgili bir yorumda böyle deniyor…
Şimdiki zaman için çaldığımı düşünmeyi tercih ederim. Zaman doğrusal bir yönde aktığı için geçmişi ve kültürümüzün ilerlediği yolu iredeleyebiliriz ve iredeliyoruz da… Ancak bu geleceği kesinleştirdiğin anlamına gelmez. Biz şu ana yatırım yapıyoruz. Gelecek için olduğunu söylemek sadece bir tahmin…
Sadece müzik değil başka sanat dallarından da besleniyorsunuz…
Sanırım diğer sanat dallarından sanatçıların tercihleri üzerine odaklanıyorum. Sanatçılar insanı derinlemesine anlamak için çok zaman harcıyorlar.
Bir söyleşinizde “Müziğin dinleyicilerin hayatından bir parça olduğunu keşfettim” demişsiniz…
Caz klüplerinde ilk çalmaya başladığım zamanlardı… Oakland’da… Dinleyicilerim Afro-Amerikalılar.  Çaldığımız müzik, tarihle bağlantılıydı ve o insanlar için anlam ifade ediyordu. Müziğin bir hikâye anlatması o an en önemli şeydi. Benim işlerimde dinleyicinin bir çeşit duygusal yolculuğa çıkmasını umuyorum. Çaldıklarımla fiziksel ya da ruhsal bir bağ kurmalarını istiyorum.
GQ India isimli dergi sizi en ilham verici 50 Hintli’den biri seçti…
Aslında dergi Hindistan dışında yaşayan 50 ilham verici kişiyi seçti. Ben doğma büyüme Amerikalı’yım. Güney Asya’daki insanlarla aramda bir bağ hissediyorum; ancak onlar üzerinde ciddi ciddi etkim olduğunu, benden ilham aldıklarını sanmıyorum. Sanırım dergi beni seçti; çünkü ben sanatsal alanda başarı yakalayabilmiş bir avuç Güney Asyalı-Amerikalı’dan biriyim. Ama yine de benim başarım Hint toplumu için sadece küçücük bir kilometre taşıdır.
Müziğe keman çalarak başladınız. Piyanoyu sonra keşfettiniz. Piyanoda sizi çeken neydi, hatırlıyor musunuz?
Küçük bir çocukken kız kardeşimin piyanosunun tuşlarına vurmayı çok severdim. Muhtemelen herkes çok rahatsız oluyordu; ama benim için vazgeçilmez bir eğlenceydi bu. Enstrümandan aldığım karşılığı, bana verdiği cevabı hissetmeyi çok seviyordum. Bütün o titreşimleri hissedebiliyordum. Çok coşkuluydu.
Yeni albümünüz Tirtha’da en çok dikkat çeken müzisyenler arası uyum oldu. Katılır mısınız?
Tirtha’da çalıştığım iki müzisyen Güney Hindistan’ın kentsel bölgelerinde doğup büyümüş şimdi de Amerika’da yaşıyorlar. Ortak çok şeyimiz var. Onlarla olmak kuzenlerimle takılmak gibi geliyor. Dolayısıyla onlarla müzik yapmak da çok eğlenceli...

KAYIT ALTI: Kim akıllı kim deli?


16.10.2011 (Taraf)

Deli Ay
Loca Luna
Akustik Müzik
‘Filozofların karşı çıkışlarını şimdiden işitiyorum: “Deli olmak bahtsız olmaktır; bozulmuşluk, cehalet içinde yaşamaktır” Fakat dostlar, insan olmaktır bu: zira, doğrusu, doğuşuna, aldığı eğitime, doğasına uygun olarak yaşayan bir insana neden bahtsız diyeceksiniz anlamam’. 
Erasmus “övdü” diğe değil belki; ama ne zaman ne tarafa hamle yapacağı belli olmayan, kendi doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen “deli”, bir grup adamın kendini tarif biçimi olmuş bu albümde. Onların müziği ne zaman nerede görüneceği belli olmayan bir “ay” gibi, kâh Balkanlar’da, kâh Ortadoğu’da beliriyor, bazen Mısır’da, bazen de Güney Amerika semalarında süzülüyor… Öte yandan bütün bu coğrafyaların müziklerini iç içe geçiren müziği dinlerken düpedüz Anadolu’da geziyor kulaklarımız; albüm Anadolu müziğinin beslendiği geniş coğrafyayı hatırlatıyor…
Çok yakıda İstiklal Caddesi’nden gelip geçerken Loca Luna’nın ritmlerinin Mephisto’dan yükseldiğini duyacağımıza adım gibi eminim. Deli Ay, mağazacılık ağzıyla, “çalınarak satılacak” bir albüm çünkü. Oldukça samimi ve sıcak besteler daha ilk dinleyişte kendini sevdiriyor. Albüm meraklı bir çocuk gibi, hiç durmadan yepyeni keşiflere çıkıyor, ele avuca sığmıyor.
Ersin Ersavaş (ud), Kaan Sezerler (klasik kemençe), İsmet Mesut Bingöl (kanun), Alper Çam (bas), Erdem Erol (darbuka), Burhan Hasdemir ve Börteçene Terlemez’den (perküsyon) oluşuyor kadro.
Dokuz bestenin yedisinde Ersin Savaş, birinde Kaan Sezerler imzası var. Bir de Makedon halk ezgisi var albümde. Uzun bir çalışma döneminin ürünü olan Deli Ay’ın kısa zamanda geniş bir dinleyici kitlesine ulaşacağını müjdelemek için ne mecnun ne de müneccim olmaya gerek var…

Tirtha
Vijay Iyer
Act Music
Bir yolculuk Tirtha. Hint dinlerinde, dünyevi bağlarımızdan kopup, ruhani bir gerçekliğe ayma ve arınma aracı. Hem mekânsal, hem de ruhsal bir dönüşüme gebe bu yolculuk.
Hint asıllı Amerikalı ünlü piyanist Vijay Iyer, 15’inci albümüne bu ismi vermiş. Gitarist ve besteci Prasanna ile tabla üstadı Nitin Mitta’nın bir araya geldiği albümde sanatçılar, kendi içlerindeki müziği olduğu gibi ortaya koyuyor. Tınılar eriyip yeni bir şekil oluşturmuyor, aksine herkes neyse, tam da “o” olarak kalıyor. Çıkan tüm sesler doğal bir ahenk içine giriyor. Özellikle ilk yarısını büyük bir keyifle dinletiyor albüm, 60 dakikanın sonlarına geldiğinizde, Hint ezgilerinin kendine has tınısına alışık değilseniz, kulağı biraz yoruyor.
Iyer, eleştirmenlerce “caz tarihine sonsuz saygı duyan; fakat geleceğin müziğini yapan adam” olarak işaret ediliyor. Onun müziği ne Hint cazı ne de iki müziğin füzyonu. Her yeni albümünde yeni bir söz ortaya koymayı başaran Viyaj Iyer, triosuyla, Akbank Caz Festivali kapsamında, 18 Ekim Salı akşamı Babylon sahnesinde olacak. Kaçırmayın. 

Scintilli
Plaid
Warp Records
Elektronika ustası olarak anılan Londralı grup Plaid yirmi yılı devirdi. Sekiz yıldır Tekkoinkreet ve Heaven’s Door isimli animelerin müzikleri dışında yeni bir albüm yapmayan grup, bu uzun ara sebebiyle oldukça pişman. Şimdi hayranlarını Scintilli isimli yeni albümleriyle selamlıyorlar. Bildiğimiz Plaid’den pek farklı olmayan bu albüm hafif depresif havasını korurken, müziğin “tekrar”la olan ilişkisi üzerine düşündürüyor. Ambient, neo-electro ve electro-techno öğelerini kullanan grup bu albümde iki parçada sözsüz vokale yer vermiş.
Özellikle konserlerinde görsel sanatlarla işbirliği içinde olmayı seven grup, albümlerinin kapağında hoş bir grafik kullanmış. İkili bunun nedenini bir söyleşide şöyle açıklıyor: “Biz CD formatını çok seven bir grup değiliz. Bu formatı daha ilgi çekici bir hale dönüştürmek istiyoruz. Manasız bir objeden ilginç bir obje çıkarmak istiyoruz. Bu CD paketine İspanyolca’da manasız obje anlamına gelen mudo no mano diyoruz. Alırsın, yırtarsın, cihaza koyup dinlersin ve sonra rafa kaldırırsın. Bari o rafta duran ilginç bir şey olsun”.
Plaid yeni albümlerinin Dünya turnesi kapsamında 2 Kasım’da Babylon’da olacak.

9 Ekim 2011 Pazar

Bu benim kendi özel karışımım...


19.10.2011 (Taraf)


Anneniz bir caz şarkıcısı ve piyano öğretmeniydi. Müzik dolu bir evde büyümüşsünüz. Çocukluğunuzun sesini nasıl tarif edersiniz?
Ben çocukken eve annemin öğrencileri gelirdi. O öğrencilerin ve annemin piyano çalışlarını dinlediğimi hatırlıyorum... Sanırım her yaz büyük bir caz festivaline ev sahipliği yapan bir kentte yaşamam da önemli. Molde Uluslararası Caz Festivali kapsamında, küçük yaşımdan başlayarak pek çok önemli konsere gitme fırsatı buldum. Ve o konserlerde bir sürü değişik, tuhaf ses duydum...
Sizin için bu kadar önemli olan bir kentten, Molde’den ayrılıp eğitiminize Oslo’da devam ettiniz... Oslo’nun müzikal maceranızdaki yeri nedir?
Molde’deki müzik eğitimimi tamamladıktan sonra, Üniversitede müzik bilimi okumak için bir yıl kadar Oslo’da kaldım. O yıl, o büyük şehirde çok mutlu oldum. Her yerde her zaman konserler, etkinlikler... Hepsine hakim olmanız imkansız... Küçük bir kasabadan çıkmış biri olarak istediğim tam da bu şehirdi.
Fakat oradan da Bergen’e geçtiniz...
Oslo’da bir yıl yaşadıktan sonra Norveç’in Batı yakasındaki Bergen’e geçtim. Grieg Akademisinde dört yıllık caz eğitimine başladım. Bergen Oslo’dan çok farklı. Daha küçük ama çok enteresan bir yer. Bir sürü yenilikçi insan var, bir yandan da herşey doğal akışında ilerliyor gibi... 
Sizin müzik yolculuğunuzu yaptığınız yolculuklar ve gördüğünüz şehirler şekillendiriyor...
Evet. O nedenle Akademiye iki yıl devam ettim ve seyahat ederek yeni sesler tanımak için okula iki yıl ara verdim. Hindistan gezim ve Berlin’de geçirdiğim aylar müziğim için çok kıymetli oldu. Derken Bergen’e geri döndüm ve okulumu bitirdim.  Bu şehirde kent yaşantısı ve doğanın iç içe geçmiş olması beni çok mutlu ediyor. Buradan ayrılmayı da düşünmüyorum...
İlham aldığınız müziklerin çeşitliliğini de bu seyahatlere borçluyuz herhalde...
Çok fazla müzik türünden ilham aldığımı söyleyebilirim. Sanırım müziğim caz, hiphop, elektronika, folk, Norveç ve Hindistan geleneksel müziklerinin karışımından oluşuyor... Bir türe sığdırmak gerçekten zor. Sanırım bu benim kendi özel karışımım...
Sadece müzikal değil genel olarak sanatsal ilham kaynaklarınız da çeşitli... Müzik dışında projelerde de yer alıyorsunuz...
Evet. Pek çok değişik performans projeleriyle de işbirliği yaptım.  Üç yaş altı bebekler için düzenlenen bir projede yer aldım örneğin. Bu projede dış mekanda performans sergilememiz gerekiyordu (hava nasıl olursa olsun!). Hissetmeye odaklandığımız bir oyundu. Ben hem müzisyen hem de kareografinin bir parçası olarak katıldım projeye. Aynı zamanda oyuncular, dansçılar, yazarlarla birlikte başka projelerde de yer aldım...
Sadece müzik değil, farklı ifade biçimleri üzerine de çalışmak istiyorum. Konser çalışmalarımın arasında çocuklarla projeler yapmayı çok seviyorum.
Bu arada en son, Stein Urheim’la birlikte çıkardığımız albümün kapağını yaptım, bir tasarımcıyla birlikte. Görsel sanatlar üzerine çalışmak da oldukça eğlenceliydi.
Stein & Mari´s Daydream Community bu ay çıktı... Ama siz henüz hiç albüm yayınlamamışken Avrupa’da epey ünlüydünüz... Nedir bunun sırrı?
Son yıllarda, müziğimi canlı çalmak üzerine odaklandım. Konserlere yoğunlaştım. Dinleyicilerimle bir arada olmayı birinci planda tuttum. Henüz hiçbir albüm yayınlamamışken Avrupa’nın her yerini gezip müziğimi icra etme fırsatı buldum.
Sanırım doğru zamanda doğru insanlarla tanıştım. Çok fazla yerde çalınca, yavaş yavaş insanlar benim projelerim hakkında bilgi sahibi oldular. Bu yavaş işleyen süreci seviyorum.
Solo albümünüz ne zaman geliyor?
Şu sıralar kendi solo projem için parçalar topluyorum... Albümü önümüzdeki yıl çıkarmayı planlıyorum...
Kuzeyden gelen yeni bir tını olarak, İskandinav cazının bugünün nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok zengin ve sürekli keşfedilen bir alan. Metal-caz ve folk-caz, elektronik ve akustik müzik arasındaki her şeyi bulmak mümkün içinde... Hem bestelenen, hem de tamamen doğaçlama yapılan bir müzik...

KAYIT ALTI: The Dude’un ikinci albümü 10 yıl sonra geldi


 09.10.2011 (Taraf)

Jeff Bridges
Jeff Bridges
Blue Note
Jeff Bridges’in endişe ettiği kadar var, o pek çoğumuz için The Big Lebowski’de izlediğimiz “The Dude”; en iyi erkek Oscar’ını aldığı Crazy Heart filmindeki dillere destan performansı ve hatta yazımıza konu olan ikinci albümünden sonra bile… Ne olursa olsun büyük tepkiler vermeyen, hayatın getirdiklerini sakince karşılayan, küçük küçük hareket eden, küçük dünyasında büyük düşünen “Batı’nın uzak bir köşesinde yaşayan” The Dude. Bu albümü sıkıcı bulanlar olabilir ama sakin sakin söylenen country şarkıları kafamın içinde The Dude ile özdeşleştirdiğim Bridges’e çok yakışıyor. Sanatçının kendi adını taşıyan albüm 2009 yapımı Crazy Heart filminden sonra şekillendi. Bad Blake isimli bir country şarkıcısını canlandıran Bridges,  filmin soundtrack albümünde altı şarkı seslendirmişti. Albümün yapımcısı T-Bone Burnett aynı zamanda bu soundtrack’ın da yapımcısıydı.
İlk albümü Be Here Soon’dan 10 yıl sonra gelen bu yeni albümün çıkış parçası “What a Little Bit of Love Can Do” eleştirmenlerin en beğendiği parça, kaydın da en hareketli şarkısı. Üç parçada Bridges’in imzasını taşıyan albümün özellikle ikinci yarıdan sonra tekdüzeleştiğini söylemek mümkün olsa da, şarkıların size ne hissettireceği albümü nasıl bir ruh halinde dinlemeye başladığınıza göre değişir.

Gitmeli
Korteks
İzmir’de bir tıp fakültesi mezunlarının yıllar sonra yan yana geldiği bir yemekte sahneye hekimlerden oluşan bir müzik grubu çıkmıştı. Hekimlerin aralarında “Tıp fakültesinden her şey çıkar; ara sıraysa doktor…” diyerek şakalaştığını duymuştum. Müzik piyasasında sıklıkla isimleri geçiyor doktor-müzisyenlerin. Şu şıralarsa yeni katılımcılarımız var.  Psikiatristler Dr. Alp Karaosmanoğlu ve Prof. Dr. Ümit Tural’ın kurduğu Korteks isimli grup, “terapiden albüme” ifadesiyle tanıtılıyor. Yolları 23 yıl önce İzmir’de öğrenciyken kesişen ikiliye klavyede Ege Karaosmanoğlu ve davulda Tugay Atak eşlik ediyor. Kayıt Altına konu olan  “Gitmeli”, adını beynin en gelişmiş tabakası olan, düşünce ve duyguları üreten kabuktan alan grubun ilk albümü. Grup müzisyenlerin hekim olduğu anımsatılarak tanıtılsa da, belirtmek gerekir ki bu gayet profesyonel müzisyenlerin elinden çıkmış bir albüm. Gitmeli, müziğe yan uğraş muamelesi yapmıyor. Besteler de sözler de gayet özenli. Klavye ve elektrikli gitarın eşit ağırlıklarda kullanılmasıyla sağlam bir rock tınısı elde edilmiş. Bol bol solo kullanılmış. Parçaları dinlerken zaman zaman Bulutsuzluk Özlemi’ni andım. Alp Karaosmanoğlu’nun ön planda tutulan vokali tatlı-isyankâr şarkı sözlerine çok yakışmış. Bazılarının terapi seansları sonrası çıktığı söylenen sözler, aidiyet probleminden aşka, kapitalizmin açmazlarından hayatla bağ kurmak araçlarına kadar gündelik yaşamlarımızın sıkıntılarını ele alıyor.

Kızılbaş 2
Kalan
Asırlardır kimilerince hakaret olarak kullanılan bir kavram Kızılbaşlık. İktidardan ayrı bir laf edeni hor görmeye, “gerekirse” hiç çekinmeden üzerine aşağılayıcı, “yalandan” hikâyeler uydurmaya meraklı bir toplumun ötekileştirip tanımaya ve bilmeye zahmet etmediği bir derin kültür, gelenek Alevilik-Bektaşilik. İnsan olmanın, edebin ve irfanın mektebi bu kültür. Neden uzak tutulmaya çalışıldığını anlamak için âlim olmaya gerek yok. Var etme, değiştirme ve dönüştürme gücünü içinde hissetmek için cesaret gerek insana. Kalan Müzik’in Alevi Bektaşi deyişlerini derlediği Kızılbaş serisinin ikinci albümünde işte bu cesaretin oluk oluk aktığı eserlerin 18 tanesi yer alıyor.  
Albüm Müslüm Gürses’in sesiyle açılıyor. Sözleri Şah Hatayi, müziği Arif Sağ’a ait olan eser “Ah Hüseynim Vay Hüseynim”. “Kızılbaştır diye yol tefrik etme, Ademi kınamak ayıptır softa” diyor sonra Aşık Mahsuni Şerif… İbreti’nin şiirinden Serkan Yontar’ın besteleyip seslendirdiği “Yaralıyam Deyme Bana” ise, “Ozanım elimde sazım, Hiç kimseye yoktur sözüm, Sanma ki ben kitapsızım, Telli kitap özüm benim…” diyerek Kızılbaşlık kavramına dil uzatanlara sesleniyor. Alevi-Bektaşi şiirinin farklı dönemlerinde yaşamış büyük ozanlarının dizelerinden seçilen bilindik eserleri genç müzisyenler yorumluyor. Albümün önsözünde Yazar Ahmet Koçak’ın şu sözleri yer alıyor:  ‘Aleviler için Kızılbaşlık siyasi bir kimliktir. Kerbelâ’da zalimin zulmüne dur demektir Kızılbaşlık. Binlerce insanın diri diri kuyulara gömen Kuyucu Murat Paşalara karşı durmaktır Kızılbaşlık. “Kızılbaşların katli vaciptir” diye fetva veren Ebus Suud Efendi’lere başkaldırmaktır Kızılbaşlık. Kızılbaşlık “Enel Hak” fikrini inancının merkezine koymuş bir inanç sisteminin simgesidir. Hakk’ı insanda gören, insanı tanrılaştıran bu anlayış, Sünni devlet Müslümanlığı inancına kafadan karşı durmak demektir. Sazı “Telli Kuran” ilan eyleyerek, kalıplaşmış din kitaplarının yetmezliğini vurgulamaktır Kızılbaşlık. Ortaklaşa yaşamın ütopyası Rıza Kenti özleminin hayata geçirilmesi için kavganın adıdır Kızılbaşlık.’