24 Aralık 2011 Cumartesi

'Gidişler geri dönmek içindir'


24.12.2011 (Radikal)




Bu akşam saat 22.00’de Jolly Joker İstanbul'da Yüksek Sadakat’in yeni albümünün ilk konserine gidenler ne duyacaklar bilemem; ama albümü çıkmadan dinleme şansı elde eden ben, ‘ilişkiler’ üzerine konuşan iç sesimi duydum bol bol. Bu yüzden Yüksek Sadakat’le üç yıl aradan sonra çıkan ‘Renk Körü’ üzerine sohbet etmeye, aklımda sabitlenen bir soruyla gittim. Serkan Özgen (gitar) ve Uğur Onatkut (tuşlu çalgılar) yoktu. Alpay Şalt (davul), Kutlu Özmakinacı (bas) ve Kenan Vural (vokal) oturduk. Döndüm ve o soruyu şarkının yazarı Vural’a sordum. 

‘Son Veda’ şarkısında ‘Gidişlerim geri dönmek için’ diyorsunuz ya… Geri döner mi bunu söyleyerek giden? 
Kenan Vural: E tabii. Zaten görmeseniz de söküp atamadığınız insanlar var. Çok yıpranmış bir ilişkide yollardan biri uzaklaşmak, kafa dinlemek, sakinleşmek, içinde bulunduğumuz durumu tek başımıza analiz etmek, sonra da tekrar dönmek ve denemektir. Gidişler geri dönmek içindir… 

Şarkıların büyük bölümünün gayet anlaşılır ve basit şekilde, ilişkilere yönelik ‘erkek’ bakış açısını aktardığına katılır mısınız? 
Kutlu Özmakinacı: Ataerkil bir noktadan dünyayı okumaksa dediğiniz, öyle olmadığını düşünüyorum. Biz erkek olduğumuz için zaten kendiliğinden ortaya çıkıyor o sözler. Neyseniz onu yansıtabilmeniz hayırlı bir şey aslında. 

‘Renk Körü’ parçasında cinsel kimliğe vurgu yaparken neden sadece ‘erkek seven erkek’leri anıyorsunuz? 
K.Ö.: Şarkının meselesi ırk, cins ya da din ayrımından kaynaklanan durumlara ayrımcı bir bakış açısıyla bakanlarla. 
‘Sana Aşık Yalnız Ben’ de eski aşklara gönderme yapıyor, ‘Parti Çocuğu’nda ‘Modern zamanın aşkları yarım günde biter’ diyorsunuz. Hakikaten böyle bir derdiniz var mı? 
K.Ö.: Her şey gösteri ve tüketim üzerinden yürüyor. Zamanın ruhu bu. Sahiden bir gün sürüyor aşkın acısı. Ama tarif ederken de yargılayan bir yerden yaklaşmamaya çalışıyorum. Bugünün dünyasını yargılamak yerine sadece dikkat çekmek beceri. 

‘Parti Çocuğu’ Eurovision parçanızın orijinali aslında. Bu versiyonunu daha çok beğendim… 
K.Ö.: Biz de… 
Alpay Şalt: Biz o yüzden seçmiştik parçayı ama Türkçe gitmeme kararı aldık. Üzerine başka söz yazıldı. O zaman büyü biraz yok oluyor. 
K.V.: Ben ‘Parti Çocuğu’nu ilk duyduğumda müzikal olarak önerdiği şeyden ziyade anlattığı hikâyeyi çok sevmiştim. Düzenleme de Türkçe sözlere göre olduğundan, parça Türkçe olarak çok ‘olmuş’ bir şarkıdır… 

Albümde alaturka bir tını yok. ‘Renk Körü’, Yüksek Sadakat’i bu ‘alaturka tını’ mevzuunun dışına taşıyacak gibi… 
K.Ö.: Genel bir yanlış algı var Türkiye’de, özellikle rock’n roll’la ilgilenen dinleyici kesiminde. Bu tip sentezleri hoş karşılamıyorlar. Bize geçenlerde bir soru sordular, ‘Siz rock grubu musunuz?’ diye. Biz bu sorulara muhatap olacak yaşı çoktan geçtik. Biz müzisyeniz. Rock’muş, tangoymuş, popmuş bunların hepsi benim için eşit. Ben rock’la 15 yaşındaki çocuğun yaşadığı sağlıksız ilişkiyi yaşamıyorum. Beni üzen müzisyenlerin bundan etkilenip ellerini korkak alıştırmaları. Ya bize buradan bir laf gelirse, bunu daha çok satmak için mi yaptınız, bu rock mu şimdi derlerse… Yahu kardeşim olur mu, ben koyarım kuralı. Zamanın ruhunu yaratan benim; sen değilsin. Sanatın içinde sınırlar olabilir mi? Öyle olsaydı hâlâ taş devrinde tamtam çalıyorduk.


Yönlendirmelerinizle bana yardımcı oluyorsunuz. Müzik yazarlığınızın etkisini hissediyor musunuz röportaj verirken? 
K.Ö.: Ben daha çok sorduğum sorunun hemen yakınında yer alan bazı komşu konulara yanıt vermeye çalışıyorum. Daha anlaşılır olmak, kafalardaki tüm sorulara yanıt vermek için. 

Rock çağının pek çok dönemine ayrı ayrı göndermeler duyuyoruz albümde. 
K.V.: Tabii onu gönderme yapmak için yapmıyoruz. Bizim müziğimiz bugüne kadar dinlediğimiz ne varsa bunların hepsinin aynasıdır. 
K.Ö.: Biz bir tercih yapmışız farkında olmadan galiba. Bir grubun önünde iki yol var. Bir spesifik bir sound oluşturmak, Duman, Athena gibi. Biz ise birbirinden çok farklı şarkılar yazdığımızdan, şarkımızın döneminin ruhunu yansıtmak, duymak istiyoruz. Bir albümü dinlerken birden fazla tavır, duruş hissedebiliyorsunuz bizde. 

Pop’la ilişkiniz nasıl. Bu albümün düzenlemelerini yaparken araya mesafe koyma ya da koymama derdiniz var mıydı? 
K.Ö.: Temelde yoktu. Ama Türkiye’de rock’la uğraşan ve adını sanını bildiğimiz herkes de o pop sahnesi içinde yer alıyor. Şebnem, Duman, Teoman, biz; herkes popüler müzik yapmakta. Rock’n roll’un dünyada gittikçe popüler müzik tarifi içine giriyor olması bir realitedir. Pop’un formülünden hiçbirimiz uzak değiliz. İnsanlar kulaklarının alışık olduğu şeyleri severler. Fakat biz Türk popu yapmıyoruz, aradaki fark o. Biz başka bir müzikal öneride bulunuyoruz. 
K.V.: Biz şarkılarımızı grup olarak düzenliyoruz. Herkesin heybesindeki müzik kültürünü mayalıyoruz. Ortaya yeni bir müzik çıkarıyoruz. Bu albümü yine biz yapmış olsaydık; ama üç ayrı aranjör düzenlemiş olsaydı, darmadağın karman çorman olurdu. Bir sound birliği olmazdı. O işin büyüsü bizim kendi işimizin başında olmamızdan kaynaklanıyor. 

Konuşurken gelebilecek muhtemel eleştirilere hazırsınız sanki… Siz çok temkinli bir grupsunuz. Eurovision mevzuunu kapatışınızda da sezdik bunu… 
K.V.: Bize gelen eleştiri tutarlıysa onu değerlendiririz. Değilse cevap bile vermeyiz. Biz karşımızdakini eleştirirken nasıl davranıyorsak karşımızdakinden de öyle olmasını bekliyoruz. Eurovision’dan sonra da özel bir strateji izlemedik. Sadece, olur olmaz herkese röportaj vermeyeceğiz dedik ve sadece bir basın toplantısı düzenledik, sonra yolumuza baktık… 
K.Ö.: İlk basın toplantısında söyledik, müziğin yarışmasına sıcak bakmıyoruz; ama ülkemiz bizden bir şey isterse yaparız… Çünkü Türkiye’yi seviyoruz… 

Hâlâ sevebiliyor musunuz? Şu sıralar herkes gözaltında… 
K.Ö.: Birbirine ters olarak işleyen bir süreç var şu anda. Refaha ulaşmış, ekonomik olarak dünyayla aynı seviyede fakat fikir özgürlüğü olarak daha aşağıda olan bir ülke beni rahatsız eder. Buraya doğru mu gidiyoruz? Gittikçe daha fazla soruyorum.

18 Aralık 2011 Pazar

KAYIT ALTI: Pırıl pırıl bir yolculuğun hikâyesi…


18.12.2011 (Taraf)

Ağır bir isim ‘yolculuk’. Ne geçmişte ne de gelecekte var olabildiğini anlatır sanki. ‘Bügün’de olmak zorunluluğunun diğer adı gibi. Ve bazen zor bugünde ayaklarını sağlamca yere basıp onu yeniden kurmaya çalışmak. 
Çünkü insan, eliyle ürettiği her şeyin ve hatta kendinden taşan duygunun kafesinde yaşamaya başlıyor zaman içinde.
Sonra alıp başını gitmesi gerekiyor, ilerlemesi…
İşte o yarı meçhul yarı maruf  bir yere varma çabası içinde, hayatta hiç olmadığı kadar ‘bugünde’ hissediyor kendini. Geçmişle geleceğin bileşkesi bugün, her nasılsa, ikisinden de acımasız hale gelebiliyor.

Yolculuk, böylesi bir hikâyeyi anlatıyor. Olaylar müzik tarihinde gelişiyor.
Cumhuriyetin genç bestecilerinin, göreceli bir aydınlığın içinde yer alan kör noktalarla baş etmeye çalıştığı, arkalarını iyice özümseyerek önlerini görmeye çabaladıkları, pırıl pırıl bir yolculuğa tanık ediyor bu CD.

Müzisyenlerden onay almadık; ama tahminimizce adı bu yüzden ‘yolculuk’.

Türk Beşleri ve onlardan hemen sonra gelen bestecilerin geçmiş ve geleceği birbiri içinde yorumlama, bugünü zamana ait her iki kavramdan beslenerek kurma çabalarını gözler önüne seriyor.

Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kâzım Akses gibi Türk Beşleri mensupları ve onlardan hemen sonra gelen ilk kuşak bestecilerden Bülent Tarcan’ın gençlik dönemi keman ve piyano için yazılmış eserlerinde geleneksel müziğin etkileri bir hayli hissediliyor. Geçen günlerde 90 yaşına giren Usmanbaş’ın albümde ilk kez kayıt altına alınen eseri ‘Keman – Piyano Sonatı’ ise bambaşka bir ‘bugün’de duruyor.

Borusan Kültür Sanat’ın “Birçok değerli bestecimizin haksız eleştirilere uğruyor” diyerek destekte bulunduğu CD, beste ve bestecilerin kıymetinin yanında,  Mimar Sinan Devlet Konservatuvarı’nda öğretim üyesi ve Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın başkemancısı olan Pelin Halkacı Akın ve aynı okulun piyano bölümü profesörü Türkiye’nin en önemli, en doğru piyanistlerinden Metin Ülkü’nün pırıl pırıl icralarını duymak için alınmalı, dinlenmeli. 

Yolculuk, Pelin Halkacı Akın (Keman), Metin Ülkü (Piyano), Lila Müzik

17 Aralık 2011 Cumartesi

Piyano Günleri’ni Kozhukhin açacak…


Radikal Gazetesi (17.11.2011)

Akbank Sanat Piyano Günleri bu akşam başlıyor. İlk konser aldığı onlarca prestijli ödülle adından söz ettiren Rus piyanist Denis Kozhukhin’in.
1986 doğumlu usta müzisyen İspanya’daki ünlü Santander festivalinden önce, bu akşam saat 20.00’da Akbank Sanat’ta Piyano Günleri’ni açacak. Kozhukhin yarın saat 11.00’da ise bir ustalık sınıfı gerçekleştirecek.

Çok gençsiniz fakat aldığınız ödüllerin listesi hayli kabarık. Bu yaşta bu başarı hayatta zorluk çıkarıyor mu?
Müzik benim hayattaki en büyük tutkum. Onunla bu kadar içiçeyken nasıl zorlanabilirim? Müzik hayatımın en önemli parçası, geçmişte de öyleydi şimdi de öyle… Bir iş yapıyormuşum gibi hissetmiyorum…
Ama çok çalışıyor olmalısınız… Boş zamanlarınızda ne yapıyorsunuz? Eşe dosta ayıracak zaman kalıyor mu?
Müzisyen olmak hiç durmadan piyano başında olmak ya da sürekli konselerde çalmak demek değil ki… Bu bütün yaşamınıza yayılan bir süreç; hayatınızı adadığınız… Müzik hiç durmuyor, hayat da bir yandan akıyor…
Çok fazla okuyorum. Doğayı ve seyahat etmeyi seviyorum. Pek çok arkadaşım müzisyen ve evet onlarla çok fazla görüşemiyorum; çünkü genelde seyahatlarde oluyorum…
İlk müzik eğitimini ailenizden almışsınız… Çocukluk yıllarınız zorlu geçmiş olmalı…
Annem ve babam benim ilk öğretmenlerim. Beş yaşında piyano çalmaya başladım ve zamanımın çoğunu babamın korosunda şarkı söyleyerek geçiriyordum. Kolay değildi; ama eğlenceliydi. Müziğin insanları nasıl birleştirdiğini o yıllarda öğrendim…
Daha sonra eğitim aldığınız Elisso Virsaladze, Stephen Kovacevich, Stanislav Yudenitch gbi önemli sanatçılardan neler öğrendiniz peki?
Pek çok önemli eğitimciden ders aldığım ve onlarla çalma fırsatı bulduğum için çok şanslıyım. Her biri farklı kuşaklardan ve ülkelerden geliyordu…  Hepsi bende önemli izler bıraktı… Beni uzun uzun düşündüren bu izler hayatım boyunca yanımda olacak…
Eğitim için farklı ülkelerde bulundunuz. Sizde en çok neresi iz bıraktı?
Rusya, İspanya, Italya, Almanya’da bulundum. Şimdi ise Belçika’da yaşıyorum. Elbette her zaman bütün çocukluğumu geçirdiğim Rusya benim için en özel yer olacak. Ama itiraf etmeliyim ki Madrid kişiliğimi oluşturan yer oldu. İspanya benim için önemli bir ülke…
Prokofiev çalarken ne hissediyorsunuz?
Prokofiev benim en sevdiğim bestecilerden biri. Onu çalarken çok özel hissediyorum…  Müziği bana çok çekici geliyor; çünkü o derin Rus ruhunun en klasik formlarını, iğnelemeyi ve yaşama sevincini bir araya getiriyor…
Oda müziğini neden bu kadar önemsiyorsunuz?
Oda müziği, müzik yapmayı öğrenmenin en iyi yollarından biri. ‘Diğer’ müzisyenlerle tanışıyor, birlikte çalıyor, onlardan öğreniyor ve deneyimlerinizi paylaşıyorsunuz. Özellikle bir piyano solisti için bu önemli; çünkü biz çok fazla yalnız kalıyoruz. Müziğin sosyal yanı diğer enstrumanların nasıl çalındığını görmek, özellikle yaratıcı şarkıcılara eşlik etmek çok önemli.
Konserde neler çalacaksınız?
Repertuarımda barok dönem eserleri de var çok sevdiğim çağdaş müzik örnekleri de. Piyanonun uçsuz bucaksız bir repertuarı var. Enstrumanımı bu yüzden bu kadar çok seviyorum.

12 Aralık 2011 Pazartesi

‘Biz başörtüsü dergisi değiliz’


Aralık 2011 (MediaCat)
Geçenlerde sosyal medyada dolaşan bir videoyu hatırlatarak başlayalım. Televizyoncu İkbal Gürpınar Kanal 7’de bir sevinme nidası olarak ‘Allahuekber’ diyor ve ardından ekliyordu: Vuuhuuu!

Sosyal medyada epey popülerleşti video. Bazılarını güldürdü. Kahkahaların sorumlusu  aslında yazının konusunun ilgi çekme nedeniyle aynı yerde duruyordu. İslami yaşamı benimsemiş bir kadının ağzından ve muhafazakâr diye adlandırılan kesime ait bir cümlenin hemen ardından Batılı tınlayan bir nidanın çıkıyor oluşuydu. 

Muhafazakârlık ve moda kelimelerini yan yana gelişine tam da bu nedenle şaşırdı şaşıran. Bu sebeple, bir toplumsal analize değilse de gözlemlediğimiz süreç üzerine oturup düşünmeye kalkıştık. 

Bu ay MediaCat, yüzünü içinde ve dışında başörtülü kadını bol bol görebildiğimiz, hem modayı hem de İslam’ın gereklerini okuyabildiğimiz, başörtülü kadınları kamusal alana iyiden iyiye sokan bu dergilere çevirdi.

İngiltere’deki Emel gibi yurtdışında da örnekleri olan, muhafazakâr yaşam tarzını norm olarak ortaya koyan bu dergiler Türkiye’de bu yıl çıkmaya başladı. Bunlardan biri Âlâ, diğeri ise Hesna’ydı.

Âlâ Dergi’nin kapısını çaldık. Cümle kapısından adım attığımızda kulağımıza ilk ilişenlerden biri 
Âlâ Dergi’nin kurucularından Volkan Atay’ın ağzından döküldü: “Biz başörtüsü dergisi değiliz. Başörtüsünün varlığını reddetmeyen bir dergiyiz. Çalışan, araştırma yapan kadınlara destek oluyoruz biz. Tesettürlüyle başı açık ayrı ayrı taraf olarak görmüyoruz. Bir tarafa da ket vurmuyoruz.”

Evet, bu dergiler muhafazakâr yaşam şeklini benimseyen ve zaten yaşanmakta olan hayatları raflara taşıyan aracılardı. Bu sebeple Âlâ kapağında ‘Huzur İslam’da logosunu taşıyor olsa da dinin ötesinde kültürel bir muhafaza yapmak niyetindeydi. Kelimenin tam anlamıyla başında örtü olmayan kadının da boy gösterebildiği dergide, suşi yerine imam bayıldı yemeği işlenecek, geleneklere ve toplumsal cinsiyet rollerine uygun yaşayan aile desteklenecekti.

Dergileri raflara taşıyan süreç
Profesör Nilüfer Göle önderliğinde yapılan bir atölye çalışmasının sonucu olarak hazırlanan İslam'ın Yeni Kamusal Yüzleri isimli çalışmadan da takip edebileceğimiz üzere, Türkiye’de 1980’lerden sonra gelişen İslami hareket günümüze gelirken ciddi evrimler geçirdi. Kendini, ‘batı’ diye işaret edilenin modernizmi karşısında, bir yaşam alternatifi olarak ortaya koymaya başladı.  İslami hareket kendine olan bu güveniyle şekil değiştirirken kadınlık hallerini, cinselliği ve bedeni tartışarak ahlakı yeniden yorumladı.

Âlâ’nın sorumlu yazı işleri müdürü ve moda editörü Esra Seziş, okuyucusuna ‘selamun aleyküm’ diye seslendikten sonra şöyle diyor: “Ala Dergi tesettüre uygun giyinmek isteyen tüm hanımefendiler ile âlâ diyebildiğimiz güzellikleri buluşturmayı hedefliyor” Açık ki dergi ‘âlâ diyebildiğimiz güzelliklerin’ ne olduğuna karar verirken, modernizmle yontulmuş, hizaya getirilmiş bu yeni yaşam şeklinin paylaşıldığı bir platform olacaktı.

Yaşanan bu sürecin en kıymetli kısmı, İslami kesimin modernizmle yan yana gelebilmesi, dini ve lâik kesimler arasındaki duvarları da yıkmaya başlaması oldu. Aradaki temas çatışma da olsa, göz gördü kulak duydu.
Muhafazakâr kesim ahlak ve aile gibi tartışmaları aşıp gözünü piyasa ekonomisi ve tüketim gibi konulara açtı. İslami sermayenin açtığı istihdam alanının sınıfsal bir tezahürü de oldu.
Modern muhafazakâr kadınlarının en önemli özelliği eğitimli, meslek sahibi ve kentli orta sınıf oluşları. İslami kadın stil dergilerinin hedef kitlesi de lüks tüketime yönelebilen üst orta sınıf ve burjuva kadınları.  Öyle ki, Tekbir Giyim’in tek kadın modacısı Esra Karaduman’ın dergiye verdiği röportajda da söylediği gibi muhafazakâr kadının kıyafeti onun“kimliği” artık.

Bunun üzerine, derginin kurucularından Volkan Atay’ın “Kadınların kariyer planlarında da başarıları için meşrulaşan bir platform olsun istedik. Üniversitelerdeki, resmi kurumlardaki başörtüsü problemi yasayla çözüldü. En azından bunun için tartışmalar yapıldı. Tüm bu problemleri aşmış olsak bile, bugün başörtülü bir hanımefendinin Coca-Cola’nın CEO’su olmasını hiçbir yasa meşrulaştıramaz. Buna ancak bu dünya içinde kabullendirerek sağlamamız mümkün. Biz onun için de varız.” sözleri bu sınıfsal hareketliliği anlamak açısından çok faydalı.

Bu anlayış doğrultusunda derginin işe alım süreçlerinde ise pozitif ayrımcılık uygulanıyor.
Atay’ın sözleriyle “Aynı titre başvurmuş iki hanımefendi varsa kapalı olan tercih ediliyor” Birer ise bunu şöyle açıklıyor: “Bugün Türkiye’de bir holding’in uluslararası ilişkiler direktörü tesettürlü olsaydı biz de buraya başı açık birini alabilirdik”
Konunun ekonomik temeli Atay’ın dergiyi kuruş süreçlerini anlatan sözlerinde iyice sabitleniyor: “Biz markalama, pazarlama profesyoneliyiz.  Bu dergi pazarlama geçmişimizdeki sofistikasyonun başarısı. Bir de elbette, büyük bir açlık ve beklenti vardı bununla ilgili… ‘Evet mütedeyyin yaşıyoruz, muhafazakarız, tesettürlüyüz. Ama biz moda endüstrisini nasıl takip edeceğiz?’ gibi bir soru vardı kafalarında. Türkiye’de 20 milyon tesettürlü hanımefendi var.”

Hiçbir reklam yatırımı yapılmadığı halde ilk sayısı 20 bin satan dergi, reklamcılık açısından da hedeflenen kitleye tam olarak ulaşan önemli bir mecra. Sektörel boşluğu dolduruyor. Muhafazakâr yaşama hizmet eden markaların hedef kitlesiyle buluşup büyüyebileceği bir platform haline geliyor. Çünkü Birer’in de dediği gibi “Mecra yoksa marka yoktur!”
Âlâ’nın içeriğine gelecek olursak, dergide muhafazakâr yaşam norm olarak ortaya konsa da başı örtülü kadın pek çok söylemiyle kendini anlatma çabasına giriyor.  Örneğin, Kayra’nın sahibi Mehmet Ortakaya dergiye verdiği röportajda şöyle diyor:  “İnsanımız cilalanıp boyanıp kendisine sunulan zokayı artık yutmak istemiyor. Kendi örfüne ve inancına uygun hareket etmek istiyor, kendisine başkalarının biçtiği kılıfa artık sığmıyor. Giyimi de bu çerçeveden ayrı düşünemeyiz” Eski oyuncu Özlem Yeprem ise başka bir sayıda kendini “Örtündükten sonra da hep aynı Özlem’im. Enerjik, sevgi dolu, üzülen, sıkılan, kısaca insan” sözleriyle ifade ediyor.

İş yaşamında başarılı olan kadınlara sıklıkla yer veren derginin tüm sayıları incelendiğinde görülüyor ki, muhafazakâr kadın da Marc Jacobs, Alexander Wang, Lanvin, Alexander McQueen gibi batılı modacıları takip ediyor.  Fakat bir yandan da doğuya sahip çıkıyor. Örneğin derginin sanat sayfasında Tunuslu besteci Enver İbrahim CD’si tanıtılıyor.


Âlâ Dergi satış rakamlarıyla Türkiye’nin pek çok dergisinin önüne geçmiş durumda. Sosyal medyada ise oldukça güçlü olan Âlâ Facebook’ta üç ayda 90 bin takipçiye ulaşmış.
Fakat şimdiye kadar satış rakamlarını sollayamadığı tekbir dergi olmuş: Tübitak’ın yayın organı Bilim Çocuk. Buna da bir çare bulan dergi, bu ay Şeyma Yol Kara’nın editörlüğünde Âlâ Çocuk eki de çıkarmaya başladı.

Derginin son atılımının haberi ise, biz yazıyı yayına teslim etmek üzereyken geldi. Âlâ bir de alışveriş sitesi kurdu. Alabutik.com’dan tesettüre uygun kıyafetler satın almak mümkün…



“Benim yolum, tercihim, hayatım doğrum, hakkım”  

Geçtiğimiz aylarda sosyal medyada da ilgi gören ‘Örtünmek güzeldir’ kampanyasının logosunda böyle yazıyor. Ala Dergi’nin düzenlediği kampanya kapsamında dergiye gönderilen okuyucu yorumlarından bazıları epey romantik olsa da, ortaya oldukça gerçek bir tablo çıkarıyor…

Acıdır örtü…
Dünyadan el ayak çekmektir, kabullenmektir yenilgiyi ve belki de bile bile sinmektir kimine göre. Kimine ise hakkını vermek zor gelir şeytanca bir fikirle kahkaha atmaya bile ar gerektiren onun himayesi altında; bir yan bakış, bir ters hareket, bir saygısız duruş büyük yük bindirir omuzlarına… Vazgeçer kimi daha en başından, kiminin içine bir yumruk oturur cesaretini mağlup ederken endişesine, kimi ise bismillah der ve yola koyulur…

Dönümdür örtü…
Hayat çizgisinin belirginleşmesidir tavırlarda, duruşta… Toplumdaki yerin esinleşmesidir, belki de dışlanmaya göğüs germektir…

Güçtür örtü…
Küçük bir yüreğin kocaman bir davaya adımını atmasıdır. Tehditlere kulak asmadan, umarsızca ama dimdik yürümesidir…

Tecrittir örtü…
Bazen kırılmasına sebep olsa da kalbin orta yerinden; bir arkadaş tarafından dışlanma vesilesidir örtü…

Yalnızlıktır örtü…
Yalnız bırakılmaktır ikna odalarında ve hatta sonra hayatta aynı safta oldukların tarafından…

Tecrübedir örtü…
Nefrete karşı mücadelenin basamaklarını tırmanmaktır çoğu zaman, kin kusana kinle cevap vermektir çömez zamanlarda, sonra sakinleşmektir, közleşmesidir en yakıcı alevin sakinliğin serinliğiyle…

Mücadeledir örtü… 
Uğruna nefsini yerle bir etmektir, bazen okul kapılarında gözyaşı dökmektir, bazen bir peruğu taramaktır, inadına çirkin olmaktır herkes güzellik yarışına girmişken, hayatın dramasında başrolü kapmaktır gururunu kıra kıra, ama inadına…








KAYIT ALTI: Alper Maral Müzik Hayvanı’na destek veriyor…


12.12.2011 (Taraf)

Her okuyuşumda kalem tutan elimden utanıp, yazmaktan coşkuyla vazgeçtiğim bir yazar;
Ahmet Büke mesela, o anlatsın istiyorum bu hikâyeyi… Bir, bilemedin iki sayfada, gözümüzün önünde canlandırsın müziğe omuz veren Alper Maral’ın hikâyesini…Devlet elinin tersiyle ittiği, itmediğindeyse başımızın üzerine; ulaşamadığımız yerlere çıkardığı; hiyerarşiyi yeniden ürettiği müziğe, unutulmuş ve veya yok sayılmış tavırlarla dokunan bu müzisyenler, ancak kalemiyle sanat yapmaya muktedir olanlar tarafından hakkı verilerek anlatılabilir çünkü…
Bir süredir hem isyan ederek hem de boynumuzu bükerek takip ediyoruz Radyo 3’teki klasik müzik ve caz programlarının yayından kaldırılışını. Bu durum sadece halimizin bu kısmını değil, başından sonuna kadar bütününü düşündürüyor bana… Durup durup dürtüyor zihnimi, diyor ki, ancak konvansiyonel müziğin değil yapı bozumcu tınıların devletin yayın organlarında var olabilmesinin gerekliliğiyle birlikte konuşulduğunda anlamlı her şey…
Mevzuu klasik müziği devlet radyosunda duymakla bitmiyor yani…O yüzden müzik emekçilerine var gücümüzle kulak kabartmalıyız bu aralar…
Fransız düşünür ve yazar Denis Diderot’un ünlü “Zevk sahibi bir genç tanırım. Resim yapmaya başlarken diz çöker dua ederdi: ‘Yarabbim, beni modelden kurtar!’” cümlesiyle anlattığı o özgünlük arayışı Müzik Hayvanı isimli insiyatifi tarif ederken işinizi kolaylaştırabilir. Pek çok şeyin olduğu gibi müziğin de boynunu büken bu dünyada, müziğe hak ettiği eli uzatan birkaç iyi insanının yan yana gelişiyle oluştu insiyatif. Hem burada hem de başka yayınlarda birkaç defa andık adlarını; o sebeple insiyatiften bahsetmeyi bir kenara bırakalım, merak edenleri www.muzikhayvani.com’a yönlendirelim.
Bu ülkenin övünülecek isimlerinden, sayılı besteci ve müzikologlarından birinin Alper
Maral’ın Müzik Hayvanı’ndan iki CD çıkarması çok anlamlı ve önemli.
Albümlerden biri Maral’ın Orta Çağ’ın en ünlü Fransız şairlerinden François Villon’un 1461 tarihli 2000 dizelik yapıtı ‘La Grand Testament’ten (Büyük ahit) bölümleri bestelediği
eseri içeriyor. La Grand Testament doğum ve ölüm hikâyeleri meçhul olan esrarengiz Villon’un otobiyografisi.
İlk seslendirilişi 2009’da Fransa’da gerçekleştirilen bu eser, Maral’ın müziğiyle geleneği reddetmeden ona meydan okuduğunu, yaşamın gelenek ve yeniliğin barıçıl çarpışmalarından doğacak olduğunu müjdelediğini hatırlatıyor.
Albümdeki eserin konuşulması gereken özelliklerinden biri geleneksel opera gibi 70 dakika
değil, 13 dakika oluşu. Alper Maral: "İnsanlar grand opera hezeyanı içinde. Böylesi bir opera ancak devlet desteğiyle olur. Aksi taktide bir konser biletini birkaç yüz liraya satmak zorunda kalırsınız” diyerek anlatıyor oda operasının önemini.
Birkaç dakikalık oda operası anlayışının dünyada sevilmediğini söyleyen Maral, bu eserlerin
konvansiyonel opera dinleyicisine hitap etmediğini hatırlatıyor.
Maral’ın az kişiyle ve yoğun bir çalışmayla kotardığı bu opera sert bir politik söylem
de içeriyor. “Kurumsallığa karşı üç kişi bir araya gelirsin ve opera yaparsın” diyor
Maral. “Operada esas kadının uzun bir aryası vardır. Arkadakiler dururlar. Bu sorunludur”
diye ekliyor…
Ensemble Accroche Note ve Borusan İstanbul Quartet tarafından seslendirilen eserin
CD’si 150 adet kadar her birine seri numarası verilerek basıldı ve Müzik Hayvanı’nın diğer
CD’lerinden farklı olarak ‘free download’a açılmadı..
Bu hafta Kayıt Altı’na aldığımız diğer albüm ise Das Klingende Alphabet; yani 'tınlayan alfabe'. Bu duysal dokümanda şehrin kendine münhasır seslerini duyuyoruz. Albümün içinden çıkan program notlarında Maral’ın, aynı adlı müziğe başlayanlara piyano repertuarını tanıtma amaçlı albümü anarak , “‘Yerli’ bilinen müzik nesnelerini harf sayıp ‘yabancı’ kalınan müzik deyişlerine cümleler kurmak adına, kurcalamalı bir şehir içi yolculuk raporu” dediği Das klingende Alphabet, ilk kez 2005 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen ABÇ tasarım sergisi kapsamında bir ses yerleştirmesi olarak sunulmuş.
‘Oluşumunu sürdüren bir yapıtın tamamlanmışlık iddiası taşımayan bir parçası’ olarak
tanıtılan bu eserin birbirine bağlanan bölümlerinde M. Fakih Kademoğlu, Tolga Ünaldı,
Sait Arat ve Alper Maral İstanbul’un muhtelif yerlerinde kâh bir enstrumanın imkânlarını
keşfediyor, kâh susuyor, kâh anlatıyor…
Alper Maral imzalı bu iki albümü ve Müzik Hayvanı’nın diğer ürünlerini Kadıköy’de Zihni
Müzik, Flaneur, Vintage Records ve Dunia Bar; Taksim’de Deform, Beşiktaş’ta Pan Kitabevi’nden edinmek mümkün.
‘Le Grant Testament’ ve ‘Das Klingnde Alphabet’, Alper Maral, Müzik Hayvanı

9 Aralık 2011 Cuma

'Ticaret yapıyorsam müzik yapamam'

Milliyet Sanat (Aralık 2011)

“İnsan hiç bir yerden buraya bir zerre getiremez” diye başlıyorlar söze…

Yarattığımızı sandığımız her şeyin aslında bu dünyada var olduğunu, maddelerin
ya da seslerin içindeki farklı formları ortaya çıkarmanın birer ‘aracı’sı
olduğumuzu söylüyorlar.
Müzik Hayvanı bu düşünceden yola çıkarak müziği mutlak ‘aidiyet’ kavramının
dışına taşıran bir insiyatif. Besteci Eray Düzgünsoy’un kurucularından olduğu
bu yepyeni dil, mayıs ayından bu yana, Ömer Sarıgedik, Emir Emre, Emre Ozis
ve Alman besteci Stefan Fricke’nin yanı sıra Türkiye’nin önemli besteci ve
müzikologlarından Alper Maral’ın da içinde olduğu sekiz CD bastı.
İnsiyatifin www.muzikhayvani.com isimli internet sitesinden duyurduğu üzere,
“Müzik Hayvanı tüm ürünlerini ücretsiz olarak sunar. Dijital Download'ın
(internet üzerinden indirmek) yanı sıra, basılı materyalleri (CD) de mevcuttur.”

Yaptığınız şeye ‘bedava albüm dağıtmak’ denilebilir mi?

Bedava biraz bugünün lafı. Bir âşık ben “bedava” çalıyorum diyor mu?
Yaptığımız şey serbest bir biçimde müzik paylaşmak. Ticari zihniyet insanlara
bunu sordurtuyor. Kısacası uzaylarımız başka oluyor.

Müzik piyasasına yeni bir dil mi öğretmeye çalışıyorsunuz?

Öğretmek demeyelim. Başka bir dil öneriyorum. Bizim CD’leri bıraktığımız
yerlerdeki insanlar bile şaşırıyor tabi. Nasıl yani şimdi ne isterseniz onu verin mi
diyeceğim diyor.

Ne veriyor insanlar?

Biz bu şekilde çok daha fazla para kazandık. İnsanlar bunun bir emek olduğunu
biliyor. Normal bir CD fiyatı da veren var, 10 CD fiyatı veren de. Sadece
onu serbest bıraktığın için, hiçbir şey almayıp sadece para veren de var. Bir
dükkâna gittik hiç CD kalmamış ona rağmen insanlar gelip para bırakıyorlarmış.
Buradaki niyet kazanılmış olan miktarların yeni işlerde kullanılması.
Bugüne kadar ürettiklerinizin bir maliyeti var. Bu işe girişirken,
dinleyicinin albümlerin karşılığında para vereceğinden nasıl emin oldunuz?

Nasıl güvendiniz?

Böyle bir güven olmak zorunda. İnsanlara güvenemezsem girdiğim işlere risk
derim. O zaman da ticaret yapmış olurum. Ticaret yapıyorsam müzik yapamam.
Çok basit. Biz bir plak şirketi değil, müzik insiyatifiyiz. Müziklerini paylaşan bir
grup… Albüm basmak gibi algılamak bile istemiyorum bunu.

Albüm basmak için bir plak şirketine gittiğinizde neyle karşılaşıyorsunuz?
Biz bu güne kadar bu memlekette albüm çıkarmanın ne derece meşakkatli, ne
derece zor olduğunu tatmış insanlarız. Bugün albüm yapabilmek için birçok yere
gittiğimiz zaman bizim karşımızda şu cevap hep hazır olacak: ‘Elimde zaten 50
tane albüm var, kusura bakmayın’. Hiç dinlenmeyen demoların arasına giren
binlerce albüm var.

Plak şirketlerinin haklılık payı yok mu?
Şirketlere de yüklenemiyorum. Haklılar. Bizim edisyonlarda 12 dakikalık CD
de var, 30 dakikalık olanı da… Böyle müziklere maalesef kolay kolay yatırım
yapılamıyor. Durum böyleyken, hele de dinlenmesi kolay olmayan müzikleri,
üzerine etiket koyup raflarda çürüteceğine, 150 tane basalım, internetten
indirilebilir olmasını sağlayalım, her birine seri numarası koyalım. Bunlar artık
bir sanat nesnesi haline dönüşsün istedik.

Müzisyenlerle telif işini nasıl hallediyorsunuz?
Lisans meselesini Creative Commons’dan ücretsiz olarak hallediyoruz. Biz
albümü tamamen üzerimize de almıyoruz. Albüm bizim malımız değil. Albümü
biz basıyoruz, müzisyen daha sonra bunu bir plak şirketinden de basabilir.
Bu Müzik Hayvanı’nından basılmış olan halinin nesnel ve yapıtsal değerini
etkilemez. Ben biliyorum ki 2011’de hala bu işleri basabilecek niyette olan
şirketler yok. Zaten fazla şirket yok…


Peki müzikle hayvan nasıl bir araya geldi?
Biz insan nasıl müzik yapabilir ya da insan kendi müdahalesiyle dönüştürdüğü
işlerden nasıl arınabilir diye soruyoruz. Yaptığımız işlerin hiçbirini egoistçe ‘bu
benim işim, bu benim kompozisyonum’ gibi sahiplenmek istemiyoruz da
bir yandan. Besteciyi var olan sesleri bir şekilde bütünleştiren bir aracıymış
gibi yorumlamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla besteci egosuna karşıt bir bakış
da oluşuyor tabii. Biz aslında egolardan, bu dünyanın yeni tanımlarından
uzaklaştığımız, bunları bıraktığımız takdirde birazcık insan olabileceğiz. Bunları
bırakmadığımız takdirde insan olamayız.
Mesela, sanattan bahsettiğimiz zaman her şeyi eleştiriyoruz, sürekli eleştirmek
aslında senin sanatla iç içe olduğunun göstergesi. Aslında çok insani bir durum
değil. İnsan olan böyle bir şeye girmez, hiçbir şeye kötü demez. Beğenip
beğenmemek başka bir konu, ama birisini kötülemez. Biz ne zaman müzikle
uğraşırsak insandan daha farklı bir varlığa dönüşüyoruz. İnsanlar kafalarında bir
hayvan canlandırıyorlar. Hayır, tam olarak nasıl bir şey olduğunu bilmiyoruz.
Biz sadece onun sesini duyduk…

Ben pop albümü yapsam ve dolaşıma bu yolla sokmak istesem kabul eder
misiniz?
Hayır. Reddettiğimiz albümler de oldu. Müzikse olur.

Bir şeyin müzik olup olmadığına siz mi karar veriyorsunuz?

Bizim manifestomuzun içinde şu var. Biz Türkiye’de özellikle avangard ve
çağdaş müzik üzerinden hareket eden bir kitleyle iletişime geçiyoruz. Biz bu
tarzın içinde işini iyi yaptığını düşündüklerimizi bugüne kadar edindiğimiz
birikimlerle üç aşağı beş yukarı bu olur ya da olmaz diyoruz. Burada da kesin
çizgilerimiz yok.

Neden özellikle çağdaş müzik?
İstanbul’da çağdaş, avangard müzik adına bir hareket yok. Bu belki pek iddialı
görünebilir; fakat orada seçici kulak devreye giriyor. Birçok plak şirketi bunların
hangisinin gerçekten basılmaya değer olduğunu pek fazla kestiremiyor bana
göre. Dolayısıyla ortada belki buna benzer çok iş var; fakat bunun neden
albümleştiğini tartan çok az kulak var. Ben albümleri basmadan önce şunu
düşündüm. Benim etrafımda birçok güzel insan var ve bu insanların güzel
müzikleri var. Bunlar basılmalı, memlekette böyle bir müzik var.


Diğer türlere kapalı mısınız?
Ben bir müzik yapımcısı değil dinleyicisiyim, en başta dinlemek istiyorum.
Bunların hepsi yapılmış güzel eserler. Türlere ayırmaya çalışmamalıyız. Solo
rebab Afgan müziği, Solo shakuachi Japon müziği ve bir bağlama albümü
olacak. Bunları sınırlandırmamak lazım. Asıl damar çağdaş müzik; ama diğer
taraftan da basılacak çok güzel şeyler var. Nasıl inkâr edebilirim? İkiyüzlülük
olur.


Çağdaş müzik birçok insana yabancı. Nasıl tepkiler alıyorsunuz?
‘Dinledim, iyi ki ücretsiz yapıyormuşsunuz’ diyen de var. ‘Yurtdışından
getirttiğimiz bir sürü CD var, o müziklere bin basar bunlar’ diyen de var. En
önemli şey samimiyet. Biz bu işi samimiyetle yapıyoruz o kadar.
Manifestonuzda doğala yakın sese ulaşmaya çalıştığınızı söylüyorsunuz…
İnsan elinin çok fazla kirletmediği bir müzik hedefliyoruz. Elektro akustik ve
elektronik müzik var bastığmız albümler içinde, ne kadar doğal olabilir ki?
Doğallık sadece organiklik değil. Doğal yöntemlerle müzik yapmak sadece
niyetlerle âlâkalı.

Sizin niyetiniz ne?

Niyet hizmet etmek. Bizce güzel olan şeyleri paylaşıma sokmak; raflarda
tutmamak. Birçok insan biliyorum ki bu raflarda duran işleri yüzünden
müzikten, hayattan soğuyor.

Müzik Hayvanı’nın işleri albüm basmaktan mı ibaret?

Bu sene Müzik Hayvanı Kadıköy Dunia’nın bütün müzik organizasyonlarını
yapıyor. Burada canlı performanslar olacak, onların kayıtlarını da belki
basacağız. Hatta ‘neden ileride bir festival olmasın?’ diye düşünüyoruz.


Nereden ulaşabiliriz sizin CD’lere?
Kadıköy’de Zihni Müzik, Flaneur, Vintage Records ve Dunia Bar; Taksim’de
Deform, Beşiktaş’ta Pan Kitabevi’nde standlarımız var. Yurtdışından isteyen
olduğu zaman da yolluyoruz.

‘Bu güzelim ülke her geçen gün biraz daha çürüyor…’


09.12.2011 (Taraf Kitap)


İnsan adıyla yaşar. Derviş Ağabey, bana durup durup bunu hatırlatırdı. 
Radikal’de yan yana çalışma şansımın olduğu vakitlerde, birkaç yıl önce yani, sakin, makul ve anlayışlı bir adamdı. Geçmiş zaman kullanışım aradan geçen kısacık zamanın pek çoğumuzu olduğu gibi onu da değiştirmiş olma ihtimalinden…
Hem yazmakta hem de biriktirmekte olduğunu anlamak zor değildi.
Ve üstelik biriktirdiklerini savurganca değil cömertçe etrafındakilerle paylaşırdı kahve aralarında.
Uzun zaman sonra onun sesinden bir hikâye daha dinledim, herkesle birlikte… 
Kar altında, İstanbul’da bir açılan hikâye.
Genç bir adam, güzel bir kadın, 200 bin liralık bir teklif ve devletin kurşunlarıyla delik deşik ettiği hayat, ortak hayatımız.
Radikal Kitap’ın 10 yıllık editörü, gazeteci Derviş Şentekin’le failini herkesin bildiği cinayetlerin ülkesinde geçen polisiyesini konuştuk.


Bir editör olarak ortaya yazar kimliğiyle bir kitap koymak ve kitap eklerinde kendinle ilgili yorumları okumak... Sen ortaya güvenemeyeceğin bir iş koymazsın. Ama yine de, küçük tedirginlikler, heyecanlar yaşıyor musun?
Hayatımda kendimle ilgili heyecanlar duymam pek; bu, benim en kötü yanlarımdan biri. Sürprizleri seven insanların heyecanlandıklarına inanırım ve ben de ne yazık ki sürprizleri sevmem... Tedirginlik konusuna gelirsek: Kitap yayımlanınca bir yabancılaşma yaşadım. Bir sırrımı birileriyle paylaşmışım gibi bir şey bu. Başka da bir tedirginlik duymadım.

‘Kitabım hakkında olumsuz eleştiri olur mu’ diye de mi tedirgin olmadın?

Ben eleştiriye inanan biriyim. Olumsuz eleştirilerden daha çok şey öğrenilir üstelik. Olumsuz eleştiri beni tedirgin etmez, aksine olgunlaştırır. Eser dediğimiz şey sadece beğenilmek, övülmek için değil, yerilmek için de üretilir. 

‘Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi’ senin ilk romanın, bir yandan da 'bir olgunluk dönemi' romanı gibi. Kitabı okurken dedim ki, Derviş yıllar önce de yazabilirmiş; ama biriktirmiş, beklemiş. Demlenmiş bir roman mı bu?

Tam da dediğin gibi; demlenmiş bir roman bu. Ben acele etmeyen bir adamım. Bu roman benim üçüncü hatta dördüncü romanım bile olabilirdi. Yazmış olmak için yazmadım bu romanı. Üzerinde çok düşündüm; birkaç arkadaşımla çok konuştum. Tamamdır, oldu dediğimiz an yayımlamaya karar verdim.  
Bir gün terk edilmenin bile insan hayatında bir şans olabileceğini "beni aşka terk ettiğin için seviyorum seni" dizesiyle anlattığını hatırlıyorum. Bu özel anı, bana senin hayata bakışınla ilgili bir ipucu veriyor. İçinde yaşadığımız bu korku imparatorluğunda, onca ölüm, kayıp ve kırgınlık içinde senin romanın kimseyi ağlatmıyor... Umudu içinde taşıyor... Nasıl böyle dik durmayı başarıyorsun?

‘Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi’yi ben bir isyan-roman olarak tanımlıyorum. Yalan zamanlarda -ki buna ‘postmodern zamanlar’ diyorlar- yalan bir hayatı yaşayıp duruyoruz. Bizimki gibi Üçüncü Dünya ülkelerinde, muktedirler, kanunlarla değil korkularla yönetirler ülkeyi. Yazdıkları yazılardan yani kalemlerinden başka silahları olmayan aydınları susturmakla başladılar işe, sokaktaki insana kadar gittiler bu muktedirler. İyilerin yüzü suyu hürmetine dönüyor bu dünya; ben buna inanıyorum. Bunu söylediğim için beni saf bulabilirsin. Evet ‘saf’ım. Şimdilik kötüler kazanıyormuş gibi görünse de yarın iyilerin olacak.


Kitabın adına kitabı yazmadan önce karar verdim diyorsun. Aşkı ve yoksulluğu birbirine yakıştıran biri olduğunu düşündüm hep... Bu, 'romantik' yönünün bir ürünü mü isim?
Bir isyan-roman olarak iddialı bir roman. İsminin de iddialı olmasını, dikkat çekmesini istedim. Oldu da. Kitapçıya girmiş birine yüksek sesle ‘Ben buradayım ey okur!’ diyen bir kitap oldu. Samimiyetimize güvenerek sızlanmama izin verirsen, her şeyin sert ve acımasız olduğu bu ülkede insan romantik kalabilir mi ki, derim.


Kapak kırmızı, isim ilgi çekici ama isim kitabın içeriğiyle tam uyuşmuyor gibi... Affına sığınarak soruyorum, satış kaygısı var mıydı hafiften?
Satıştan çok ‘okunma kaygısı’ diyelim. Kitabı eline alan herkes okusun isterim. E, bu arada çok da satarsa ne ala...


Kitapta pek çok yazara göndermeler var. Onun ötesinde kitap bir yazardan alıntıyla başlıyor. Neden yaptın bunu?
Romanı yazarken bir satranç oyunu gibi olsun istedim. Oyunu bol bir roman yani. Bunlardan biri de sevdiğim yazarlara yaptığım göndermelerdi. Orhan Pamuk’tan Selim İleri’ye, Tanpınar’dan Kafka’ya, Dostoyevski’den Ahmet Ümit, İhsan Oktay Anar’a kadar birçok yazara gönderme var. Bir çırağın ustalarına selam göndermesi, diye düşündüm. Eğer onlar da o selamımı almışsa bundan gurur duyarım. 


Aklın yitirildiği bir ülke diyorsun ya buraya... Bana sanki aklın değil duygunun yittiği bir yer gibi geliyor. Bütün bu olanlar; cinayetler ‘akıl'ın iktidarı vicdanın elinden almış olması yüzünden oluyor sanki...
Bir toplum aklını yitirmişse her şeyini yitirmiş demektir. Aklı olmayanın duygusu, vicdanı, ahlakı olur mu? İşte Türkiye... Yıllardır insanlar öldürülüyor. Şöyle bir bakıp geçiyoruz. Oğlumuz, kızımız öldürülünceye kadar da o acıyı duymuyoruz. Muktedir olanın gözü dönüyor. Bir hırs ki... Toplum olarak bir an önce akıllanmazsak işimiz çok zor olacak... 


Onca faili meçhulün hayatlarımızın parçası olduğu bu ülkede hep anlatmak zorunda hissediyor insan kendini. Sorumlu hissediyor... Bunun için mi yazıyorsun?
Türkiye’nin en karanlık dönemini yaşamış insanlardan biriyim. Abilerimiz, ablalarımız işkenceler gördü, hücrelerde kaldı günlerce, bir sabah götürüldüler ve bir daha haber alamadık... Ve bu güzelim ülke her geçen gün biraz daha çürüyor. Ne için yazıyorum? İçimdeki acıyı kusmak için belki de...


Biz hep bu haksızlık ve uğursuzlukları, pisliği ve sömürüyü konuşup, lanetleyip duruyoruz ya... En büyük sömürülerden biri gazetelerde yaşanıyor. Biz niye bir şey yapamıyoruz? Niye konuşamıyoruz yaşadıklarımızı?
Gazetecilik biteli yıllar oldu. Yalan zamanların yalan gazetecileriyiz biz. Yalan gazeteler hazırlıyoruz. Yalanlara inanmayı seven insanlar ayıla bayıla okuyorlar yalanlarımızı. Patronlar plazalarına çoktan beyaz bayrakları çekti. Biz gazetecilerse garip birer yaratığa dönüştük. Arkamızdan korkar hale geldik. Aldığımız üç kuruş maaşı kaybetmemek için sus pus oturuyoruz. İstersen daha fazla söyletme beni...


O halde romana geri dönelim… ‘Başkarakterin  ismi neden yok’ diye soruyorlar sana hep. Ben kitabı okurken bunu hiç düşünmedim. Onun adı Derviş! Anlattığı her şey de Derviş'in bu güne kadar biriktirdikleri! Esprili laflar söylüyor ya ince ince, ‘sen gerçek hayatta neysen o’ gibi...
Bir kısmıyla öyledir diyebiliriz. Sen, beni tanıdığın için romanı okurken ‘sesimi’ duymuş, beni ‘görmüş’ olabilirsin... Kahramanımın benden izler taşıması da kaçınılmazdı zaten. Fakat işin başka boyutları da var: Başkarakter aklı temsil ettiği için bir ismi olsun istemedim. Bir de bu tür romanlarda kahramanlar çıkar ve her şeyi halleder. Oysa benim romanımda aklın yenilgisi var. İyiler değil kötüler kazanıyor. Tıpkı ülkemizde ve dünyada olduğu gibi...  


Romandaki Cengiz Aykan bence buz gibi bizim gazeteci Cengiz Alkan.
Romanı yazarken en çok Cengiz Alkan’la konuştum. İki yıl boyunca dinleyip durdu beni. Cengiz Akyan karakteri de, dediğin gibi bizim Cengiz. 


41'i o kadar inandırıcı anlatmışsın ki, öyle bir yer yok deme, hayal kırıklığına uğramak istemiyorum.
Üzgünüm... Kitabımı okuyan hemen herkesin sorduğu sorulardan biri de 41. Yok öyle bir bar. Keşke olsa...


İçinde sakladığın başka romanlar, işler de var mı?
Olmaz mı? Üzerinde neredeyse beş yıldan beri çalıştığım bir romanım var. İsmi ‘Koku’ mu olur, ‘Bütün Güzeller Ölecek’ mi olur bilmiyorum. Nisan gibi bitirmeyi planlıyorum... İsmi ‘Anlat Sultanım’ olan bir öykü kitabı var ama o biraz daha demlensin istiyorum.



1 Aralık 2011 Perşembe

Sosyal medyanın depremle imtihanı

Aralık 2011 (MediaCat)


“Türkiye en son 1999’da büyük bir deprem gördü. O zamanlar dünya analogdu, e-postaya yeni yeni alışılıyordu ve Mark Zuckerberg henüz bir lise öğrencisiydi. Devletin bölgeye intikal etmesi bile günler almıştı. Ancak Van’daki depremden yalnızca birkaç saat sonra, teknoloji olaya el koydu…”
Depremin hemen ardından Time dergisinin internet sitesinde yayınlanan bir yazı, sosyal medyanın, yaşanan felaketin yaralarına nasıl hızla ilaç olduğu bu sözlerle anlatıyordu.
Deprem bölgesiyle ilgili haberleri paylaşan ve bölge için yardım organize etmeye çalışan sosyal medya kullanıcıları, bu haberi birbirleriyle paylaşıp, durumun vahametine bir isim koyuyordu.
Sosyal medya kullanıcılarının hakkı vardı. Gerçekten de depremin yarattığı etki ve bölgenin ihtiyaçları bir anda bir virüs gibi yayıldı, sosyal medya kullanıcılarının depremzedeler için çalışan gönüllülere dönüşmesi çok zaman almadı.
İlk haberlerden biri Google’dan geldi. Google, Haiti ve Şili için kullandığı ‘kişi bulucu’yu Van’ın hizmetine açtı. ‘Birisini arıyorum’ ve ‘Birisi hakkında bilgiye sahibim’ kategorilerinde siteye şimdiye kadar 6 bin 300 kayıt girildi. Twitter’da ‘Van’ ve ‘deprem’ hashtag’leri binlerce kez paylaşıldı. Twitter ve Facebook depremzedelere yardım etmek isteyenlere yol gösterici olurken, sosyal medyada gelişen bir kampanyayla Kızılay ve Akut gibi arama kurtama ekiplerine SMS’lerle yardım yağmaya başladı. Twitter'da bu güne kadar Van ile ilgili 1 milyona yakın Tweet atıldı.
Depremden hemen sonra gelişen en etkileyici sosyal medya vakası Twitter’da 16 bin takipçisi olan muhabir Ahmet Tezcan’dan geldi. Tezcan depremzedelerin evinde kalabileceğini yazınca, ‘Evim Evindir Van’ kampanyası başladı. ‘#evimevindirvan’ sayesinde valilik 24 saat açık bir hatla depremzedelerle evini paylaşmak isteyen vatandaşların kayıtlarını almaya başladı.
Rezil de eder vezir de
Sosyal medya, depremin hemen ardından yaşanan felaketi yakın zamanda meydana gelen terör olaylarıyla birleştirip bölge insanına nefret kusan iletilerin de paylaşılmasına sahne oldu.
Buna karşı sosyal medyadan gelen tepkiler çığ gibi büyüdü. Öyle ki televizyonda benzer nefret ifadelerini kullanan Atv’den Müge Anlı ve Habertürk’ten Duygu Canbaş’a karşı kampanyalar Müge Anlı’nın özür dilemesini, Çağdaş Gazeteciler Derneğinin dava açmasını ve RTÜK’ün durumu takibe almasını sağladı.
Özel şirketler ve markalar da sosyal medya üzerinden deprem bölgesine yardım kampanyaları örgütledi. Ancak sosyal medyanın bir markayı rezil de vezir de edebileceği kısa zamanda anlaşıldı. Onur Air’in Facebook’taki sayfasını beğenen her bir kullanıcı adına bölgeye 0,5 liralık bağışta bulunacağını açıklamasına tepkiler yağdı. Onur Air kampanyasını durdurdu ve kullanıcılarla bölgeye yaptığı yardımın dekontunu paylaştı.
‘Bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım’
Daha sonra Ekşisözlük’te açılan bir başlık sosyal medyada geniş yankı buldu: ‘Bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım’. Bir depremzedenin kendisine yardım eden birine yolladığı bu mesaj, Twitter’da önce hashtag sonra trend oldu. Hashtag “onedayifyoufallillpickyouuptoo” olarak İngilizceye çevrilerek uluslararası düzeyde paylaşılmaya başlandı.  
Tüm bu çabaların dönüp dolaşıp somutlandığı nokta, sosyal medya kullanıcılarının bu örgütlü mücadelesinin amacı yani; birkaç kelimeyle özetlenebilirdi asında: battaniye, çadır, içme suyu, ilaç, kışlık kıyafet, seyyar tuvalet…
Görünen o ki bazılarına göre sanal bir âlemde yaşamanın bir yolu olsa da sosyal medya; kim ne derse desin Van’da yaşanan felaketten sonra hayatın gerçeklerle sosyal medyanın gerçekleri biriyle tıpatıp örtüşüyordu.

Bizleri hala bir arada tutan harcı hatırlattı
Sosyal medya Türkiye’de ilk kez örgütlü tepki gösterme ve el ele verme zemini olarak; yani doğasına uygun olarak kullanılmıyordu; ama belki de sesini ilk kez geniş kitlelere duyurmayı başarıyordu. Her türlü ayrımcılığa karşı duran, Van’a uzanan bir yardım eline dönüşen sosyal medya açık ki bizleri hâlâ bir arada tutan harcın malzemelerini tek tek hatırlattı.

Sosyal medya kullanıcıları bu deneyimden çok şey öğrendi. Yaşanan süreci, o sürece müdahil olarak takip etti. Hesap sordu. Depremin ardından verileceği vaat edilen bağışları da, içinde yaşanamayan çadırları da soğuktan ölen çocukları da tarihe not etti, unutturmadı. Yüzbinlerce insana ulaşan yalnizdegilsinvan.org adresi düzenlenen imza kampanyasıyla politik zemin, bir baskı grubu gibi çalıştı.
İşte bu yüzden öyle görünüyor ki, Bakan Hüseyin Çelik’e STV’de ekrana gelen bağış kampanyası esnasında “Twitter artık ideolojik silah olarak kullanılıyor” dedirten de, sosyal medyanın deprem sınavından geçtiğini kanıtlayan da buydu!