16 Kasım 2012 Cuma

'Sokak kızı' İstanbul'da...

Şarkı söylemenin alamet-i farikası içine derin bir nefes çekip sonra o nefesi sakince dışarı vermekte gizli bence. Nefesi verirken içinde biriktirdiklerin de çıkıyor dışarı; hafifliyorsun.
Madeleine Peyroux'nun sesi diyaframımı şişirirken döndüğü gibi döndürüyor başımı...
O hafifledikçe ben de hafifliyorum.
Kendisi bu akşam ve yarın akşam 21.30’da İKSV Salon'da.
Yeni dönemin rock, elektronik ve dahi poptan beslenen alternatif müziğini en iyi yorumlayan kalemlerden biri olduğunu düşündüğüm Banu Öğüt'ün Radikal için bu güzek 'sokak kızı'yla yaptığı röportajı siz de okuyun istedim.
Ve böylece Kayıt Altı ilk konuk yazarını ağırlama şerefine nail oldu.

İşte o röportaj...




İstikrarlı bir yol arıyorum


Uzun süre sokak müzisyenliği yapan Madeleine Peyroux, "Yemeğe ve kahveye yetecek kadar para kazanmak için çaldığımız günler güzeldi ama istikrarlı bir yolum olmalıydı" diyor.
Pek çoğumuz Leonard Cohen ’in ‘Dance Me To The End of Love’ ve Elliott Smith’in ‘Between The Bars’ parçaları başta olmak üzere her albümünde titizlikle seçtiği efsanevi parçaları caz müziğiyle buluşturmasıyla tanıdık Madeleine Peyroux’yu. Üçüncü kez İstanbul ’u teşrif edecek, bu kez Salon’un caz esintisine dahil olacak sanatçıyla sokaklardan sahneye müzikal geçmişini ve kendi parçalarının ağırlıkta olduğu son albümü ‘Standing on the Rooftop’ı konuştuk.

Küçük yaşta sokaklarda çalmanın müzikal kariyerinize getirisi ne oldu?
Şunu itiraf etmeliyim ki o zamanlar ilk önce müzik, sonra para geliyordu benim için. Sokaklarda çalmaya başladığım zamanlarda insanlar istemememe rağmen para veriyorlardı. Sonra gördüm ki, sokaklarda çalan, dans ettiren, eğlendiren, düşündüren çok başarılı gruplar var. Ben de yapabilirim diye düşündüm. Sokak, özgürlük ve kültürün buluştuğu noktaydı benim için. Ama sonra bunu hayatımın sonuna dek yapmak istemediğimi fark ettim. Hayatımda istikrarlı bir yol olmalıydı. Aslında hâlâ bu yolun arayışındayım.

New York ve Paris gibi, zamanında birçok sanatçıya ilham veren şehirlerde deneyimleriniz oldu. Bu iki şehrin müziğiniz üzerinde ne gibi bir etkisi var?
Hayatımın belirli dönemlerini Amerika ve Avrupa’da, özellikle Fransa ’da geçirdim. Amerikan kültürü ve müziğinin özel bir yeri var. Babamın çocukluğunu geçirdiği New Orleans, müzik eğitimime başladığım yer. Fakat canlı performans deneyimimi Paris sokaklarına borçluyum. Basit hayat, kaliteli müziği de beraberinde getiriyor. Paris’te sadece yemeğe ve kahveye yetecek kadar para kazanmak için çalıyorduk. Müzik yapmanın ötesinde hiçbir şeyi önemsemiyorduk.

‘Standing on The Rooftop’ öncekilere kıyasla farklı enstrümanların bir arada kullanıldığı, daha deneysel bir albüm…
Bu albümün müziğimde daha olgun bir dönemin başlangıcını işaret ettiğini söyleyebilirim. Bu albümle müzisyen olarak yeni keşifler peşindeydim dolayısıyla kendimi farklı bir şekilde ifade edebildiğimi düşünüyorum. 
Bir röportajınızda başka sanatçılara ait parçaları yorumlamanın yaratıcılığınızı bir dönem kısıtladığını söylemiştiniz. Birkaç senedir kendi parçalarınızın ağırlıkta olduğu albümlerle dinleyicilerinizin karşısındasınız… 
Başka insanların parçalarını söylemekten hiçbir zaman kaçınmadım çünkü aynı zamanda kendim deşarkı sözü yazıyorum. Dolayısıyla bunun bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Ben öncelikle bir şarkıcıyım ve en iyisiyim. Başkalarının parçalarını yorumlamak ise aynı kişinin başka bir özelliği sadece. Şarkı söylemenin tüm hayatımı şekillendirdiğini düşünüyorum ve farklı bir tercihim olmadığı sürece bu değişmeyecek.

Bu albümde daha baskın olan söz yazarlığı rolünüzde öncesine göre nasıl bir değişim gözlemliyorsunuz?
Söz yazmada hikâye anlatımı devreye giriyor. Trajediden komediye, hayal gücüne kadar her şeyden besleniyorsunuz. Kısaca, şarkı sözü yazmak düşünmenin de ötesinde deneyimleriniz için bir alan oluşturuyor. Tabii benim de kendime özgü bir hikâye anlatımım var. Yalnızlıktan beslenen, monologlar halinde ilerleyen ama aynı zamanda dışa dönük olmaya hevesli bir anlatım. 
Peki Rolling Stones’tan Bill Wyman’la çalışma fikri nasıl ortaya çıktı? 
Kesinlikle kimsenin Rolling Stones’tan beklemediği bir ortak çalışmaydı bu. Bill Wyman şu anda, grubu Bill Wyman’s Rhythm Kings dahilinde jazz ve blues sound’larının bilinciyle müzik yapıyor. Kendisiyle bir araya geldiğimizde aynı bilinçle hareket ettiğimizi ve benim de bu yolda ilerlediğimi fark ettik. Tabii ki, Wyman’dan biraz rock’n roll kapabildiysem ne mutlu bana.


15 Kasım 2012 Perşembe

Korhan Futacı ve Kara Orkestra Bronx'ta

Korhan Futacı ve Kara Orkestra 21 Kasım'da Bronx sahnesinde...




2005 yılında kurduğu Dandadadan grubuyla 2006'da 'Sen Bana Birini Android' adlı bir albümünü yayınladı. Yüxexes yazarları tarafından yılın en iyi albümü seçilen albümün ardından Kujo adlı grupla kayıtlar yayınladı.
Kreş, Çilekeş, Yasemin Mori imzalı albümlerde çalışan Korhan Futacı Mayıs 2010'da Korhan Futacı ve Kara Orkestra albümünü yayınladı.



Kara Orkestra
Korhan Futacı, Vokal ve saksafonlar
Barlas Tan Özemek, Gitar
Görkem Karabudak, Klavye
Gökhan Şahinkaya, Elektrik bass
Özün Usta, Perküsyon ve vibrafon
Ediz Hafizoğlu, Davul

http://korhanfutacivekaraorkestra.com/

Murat Beşer 'müzik' konuşuyor








Müzik yazarı, eleştirmen, radyo yapımcısı, editör, müzik direktörü ve DJ Murat Beşer, her ay farklı konuklarla İKSV'nin 'Salon'unda müzik evreninin farklı meselelerini konuşuyor.
Beşer 25 Aralık'ta Zuhal Focan (Jazz Dergisi), Feridun Ertaşkan (Cazkolik) ve Batu Akyol'la (Loyka Productions) 'Türkiye’de caz müziği ve caz yayıncılığı' üzerine sohbet edecek. 

Salon IKSV
Kapı açılışı: 19.30
Etkinlik ücretsizdir.
Rezervasyon için pazarlama@iksv.org adresine e-posta göndererek onay almak gerekiyor.

http://www.muratbeser.com/

14 Kasım 2012 Çarşamba

Annem Duysa Üzülüyor





Ceylan Ertem'in yeni albümü Ütopyalar Güzeldir'in ikinci videosu geldi: 'Annem Duysa Üzülüyor'



Ütopyalar Güzeldir
Ada Müzik
2012

2 Kasım 2012 Cuma

'Reyting tam bir tuzaktır!'

MediaCat (Kasım 2012)


Televizyon dünyasında son yıllarda hem izleyici hem de reklamveren tarafından en çok rağbet gören içerikleri, formatları kullanan ekip Acun Medya. 
Ses getiren yarışmaları Survivor beşinci, Yetenek Sizsiniz dördüncü, O Ses Türkiye ise ikinci sezonunu sürüyor.
Acun Ilıcalı’yla 'içerik' üzerine konuştuk…


Attığınız adım gündem oluyor. Her yaptığınız program başarılı oluyor. Sizi ‘bugün’ vazgeçilmez kılan nedir?
Biz Acun medya olarak her programla bir numara olduk.  Son altı yılda Türk televizyonunda belli bir istikrar ve başarı yakaladık. Ve çalıştığımız kanallara elimizden geldiğince katkıda bulunmaya çalıştık. Aslında kanallar futbol ligi gibidir. Her kanal şampiyonluğu; en çok seyredilmeyi hedefler.Haftada bir programla başlayan televizyon maceramız, haftada üçe sonra da dörde çıkınca kanalın başarısına belli bir etkimiz oldu. Bu etki de birinciliği hedefleyen kanallar için bir tercih sebebi oldu. Ben şöyle bir felsefe benimsedim kendime,  duygularla şekillenen bir felsefe oldu bu: bütün projelerimi hep Show TV’de yaptım zamanında, başka bir kanala iş yapmadım. Formda olan bir futbolcu gibi başka kanalların ilgisini çektik diye düşünüyorum.

Acun Medya planlanmış bir proje mi yoksa klasik ‘tesadüfler birbirini kovaladı’ hikâyesi mi?
İki taraftan bakmak lazım. Birincisi planlı, ikincisi plansız olmak. Planlı olma durumu şu: Projelerin uzun sürmesi için ‘bu projeyi bir daha kullanırız,  daha da başarılı oluruz daha da yararlanırız’ düşüncesiyle projeyi tüketmemek. ‘Ben çok reyting alıyorum aman ne iyi’ deyip projeyi uzatmamak, tadında bırakıp sezonu bitirmek. Başarımızdaki önemli etkenlerden biri reytinglerin tuzağına düşmeyip, en yüksek reytingi de alsak belirlediğimiz tarihte projemizde final yapmamız. Bu normalde çok az yapımcının aldığı bir risktir. Reyting zaten aslanın ağzında. 12-13 reyting giderken bir programa final yapıyorum diyecek yerde iki, üç ay daha sürdürecekken, biz risk alıp onu bitirip yeni projeye başladık bundan önceki yıllarda. Bunun geri dönüşünü de çok aldık. Projelerimiz özlendi. Özlenince yeni sezonlara taze, seyirciyle bütünleşecek bir şekilde başladık. Bu esnada kendimizi de hazırladık. Projelerin üzerine de bir şeyler kattığımız zaman şunu gördük, programlarımız daha iyi reyting almaya başladı.
Reality şovlar için konuşursak Türk televizyon tarihinde birinci olduktan sonra reytingi ikinci, üçüncü, dördüncü sıraya düşmeyen program bulamazsın. Bunu başaran tek ekip biziz. Onun dışında zaten ikincisinden sonra üçüncüsü yapılan Reality şov da çok göremezsin. Şu anda Survior’da beşinci sezonu bitirdik. Yetenek Sizsiniz’de dördüncü sezondayız. Projelerin ömrünü uzatmak için doğru müdahaleleri yaptığımızı düşünüyoruz. O Ses Türkiye ikinci sezonda ve iyi gidiyor. Planlı olan bölümümüz bu bizim. Bu işin başında olan insan olarak şu işi böyle yapalım diye planlamadım. Sadece iyi projeleri yakalayıp o projelere hakkını vererek ortaya güzel bir şey çıkaralım istedim. Bir sene şunu yapacağız diyemem. Orada duygularımızla hareket ediyoruz.

İyi projenin ya da içeriğin göstergesi sadece reyting mi? Şu reytingi düşük ‘prestij işleri’nden siz de yapmaz mısınız bir gün?Hiç reyting almadan prestij işi yapmaya inanmıyorum; çünkü ticari bir müessesedir televizyon. ‘Ben sıfır reyting aldım ama prestijli bir iş oldu’ cümlesi kendini kandırmaktır. Büyük kanalı tercih etmeyeceksiniz o zaman, o sıfır reytingi başka bir yerde alın ki kanala zararınız olmasın.Ama reyting tam bir tuzaktır. Şeytanın tuzağı gibi düşünün. Reytinge odaklandığınız gün televizyonculuğu kaybedersiniz. Çünkü halk anlık heyecanı sevebilir ama uzun vadede hep kalitenin peşinden koşar. Bizim seyirci gurubumuz, televizyonda başarılı olduğumuz Acun Firarda’nın başladığı dönemdeki genç neslin devamı. Türkiye’de televizyonculukta çok ciddi bir ilerleme var.  Biz bu ilerlemedeki seyirci-kalite dengesini yakaladık. Şöyle düşünelim, ben Survivor’da iki kavga çıksa zaten büyük reyting alacağım, ama ben o kavgaya karışan insanlardan birini Türkiye’ye yollayarak kavgayı bitiriyorum, tam tersine giderek onun yerine Ludacris’i adaya getiriyorum başka bir Survivor’da. Ludacris’i bizim adaya getirmemizin maliyeti 250 bin dolardır en az. Böyle bir organizasyonu yapmamızın tek bir nedeni var, Ludacris’ten sıfır reyting alırsın, Türk halkının yüzde 5’i Ludacris’i tanımaz ama o bir prestijdir. Seyirci senin yaptığın prodüksiyona değer verir. İki kişinin kavgasından alacağın reyting yerine Ludacris’i oraya getirirsen senin programın uzun yıllar sürer.
Reklamveren bir programa sadece çok reyting aldığı için girer mi? Reklamverenin sizin programlarınızı tercih etmesinin sebebi nedir?Programlarımızın çok ilgi görmesinin nedeni şu: Ailede sekiz birey var diye düşünüyoruz toplantılarımızda. Anne, baba, anneanne, dede, iki yetişkin evlat ve çocuklar… Programlarımızda bu bireylerin sekizine de hitap ediyoruz.  Eskiden Survivor sadece gençlere hitap ediyordu. Biz oraya ünlüleri koyduktan sonra kafası işle dolu olan yetişkinler de kendisini Survivor’ın içinde buldu. Biz bu sene Survivor’da reyting rekoru kırdık. Ailede sizi izleyen bireyleri artırdığınız zaman, reytinginiz arttığı gibi,  reklamverenin de dikkatini çekersiniz. Çünkü 10 ürünün 8’i ailenin tüm bireylerine hitap eder.
Neden kendiniz içerik yaratmıyorsunuz da onun yerine yurt dışından ihraç ediyorsunuz?Televizyonculuğun bir numarası Amerika’dır ve orada gördüğünüz hiçbir içerik özgün içerik değildir. Dünyanın en iyisi kalkıp Avrupa’daki format merkezlerinden format alıp, bunu kendine göre işliyorsa bizim kalkıp da icat yapmamız kadar saçma bir şey olamaz. Bu kadar büyük bir rekabet olan, reyting matematiği bu kadar zor olan bir ülkede, bizim bir şey icat etmemizin kazancı ne olabilir? Tavlayı biz mi icat ettik? Kart oyunlarını biz mi icat ettik? Bir arkadaş gurubunun icat ettiği bir şey var da oynanıyor mu Türkiye’de? Bir bilim dalıdır format. Hollanda’da bir şirkete gidiyorsun, orada herkes oturmuş bu iş üzerine çalışıyor. Türkiye’de zaten format şirketi yok ki.Bana gıcık olabilir bir insan, buna saygı duyarım. ‘Bu adam dışarıdan format alıyor getiriyor’ diye. Zaten gördüğünüz bütün televizyon programları dışarıdan alınmış formatlar. Bizimkiler popüler olduğu için deniyor ki ‘aynısı Amerika’da var’.
‘Var mısın Yok musun?’ Romanya’da tutmamış. Programlarınızı sizden önce Türkiye’de deneyip başaramayanlar da oldu. İyi içeriğin kokusunu nasıl alıyorsunuz? Ve neden siz yapınca tutuyor?Bizim televizyon tarihinde gurur duyduğumuz olaylardan biri Var mısın Yok musun’un daha önce iki, Survivor’ın ise bir kere denenip batmış olması. Bunlar bizim için değerli. Çok basit bir metodum var orada. Ben bir programı izleyip keyif alıyorum, eğleniyorum sonra sana, sonra üç beş arkadaşıma seyrettiriyorum formatı. Beğendiler mi? Evet. Bütün matematiğim şu: En zevk aldığım işleri seçiyorum gidip yurtdışından format bakarken. Getiriyorum, bütün Türkiye’yle eğleniyoruz.
Programı Türkiye’ye uyarlarken farklı olarak ne yapıyorsunuz? Britain’s Got Talent’teki yarışmacıyı yeren tavrı Yetenek Sizsiniz’de görmüyoruz örneğin…
Bizim bakış açımız şöyle, bizim halkımız aşağılanmayı sevmiyor zaten, çok iyi niyetli, bizim insanımız mağdur insanı seviyor. Bizden önce yurtdışındaki taklit ediyorum derken aynı kavga eden, aşağılayan jürileri yaptılar. Bizim Türkiye’de kavga etmeyen ilk jürimiz Ali Taran’lı, Hülya Avşar’lı jüridir. Herkes birbiriyle arkadaş, samimiyet maksimum. İkinci jürimiz ise O Ses Türkiye jürisidir. Bir insanın kendi pozisyonu veya parası nedeniyle bir diğerinden üstün olduğunu ya da aşağılama hakkı olduğunu düşünmüyorum. Uzun vadeli projeksiyon dediğimiz, halkın sevdikçe sempatisinin artması. Örnek vermek gerekirse, İtalyan televizyonunda Survivor yapılıyor, ilk sene bütün ada birbirine giriyor 40 share alıyorlar ertesi sene yine kavga oluyor 30 share alıyorlar bir sonraki sene yine birbirine giriyor ada ve 25 share alıyor, bu işi tüketir. İnsanlar ‘yeter artık’ der. İnsanlara iyi gözükelim diye iyi davranma durumu da yok bizde. Kazandığımız nokta da o, ben sevdiğim insanları jüri yapıyorum, ben de mümkün olduğunca iyi davranan bir insanım. İyi niyetli bir jüri çıkıyor insanlar fazlasıyla izliyor. Bu televizyonculukta bizden önce düşülen bir tuzaktır. Negatif davranışları sergileyince herkes seni seyretmiyor, düzgün davranınca da herkes yine seyrediyor. İnsanlar iyi şeyler görmek istiyorlar, buna alıştırılmalı ya da insanlar, benim felsefem o. Bazen limitler de zorlanabilir, belirli bir noktaya kadar şaka yapılabilir, dalga geçilebilir ama mühim olan iyi niyet. En büyük zaferimiz iyi niyetin zaferi diyebilirim. Kimseyi gücendirmeden, kimsenin gururunu kırmadan çok iyi reyting alıyoruz bu da gelecekle ilgili ümitlendiriyor beni. Eğer iyi niyetli bir jüriyle reytingim çökseydi o zaman gerçekten üzülürdüm.



1 Kasım 2012 Perşembe

‘İnadına gazetecilik yapacağız’

MediaCat Degisi (Kasım 2012)



“Genel yönetmenlerin en güçlü oldukları dönem birinci günleridir. Sonları da belli değildir. Ben de öyle geldim. Bir gün de kalsam en iyi Milliyet’i yapmaya çalışacağım” diyor Derya Sazak.
Zarafetle sertliği kaleminde birleştiren gazeteci 1995-98 arasında yürüttüğü genel yayın yönetmenliği görevini tekrar devraldı.

Göreve yeni gelmiş bir genel yayın yönetmenine nasılsınız diye sorarak başlamak yerinde olur herhalde…
Hem Türkiye hem de dünyada her gün birkaç gazete çıkaracak kadar malzemenin olduğu bir dönemde… Bu hareketli gündemin ortasında ben de hızlı başladım. Gece yarısına kadar çalışıyoruz…

Yoğunluğunuz haber merkezinde mi idari işlerle mi uğraşıyorsunuz?
İkisi de var; ama yazı işleri kısmı daha baskın. Yazı işleriyle Milliyet’i tekrar haber ağırlıklı bir gazete haline
dönüştürmeye çalışıyoruz. Haber – yazar dengesinde muhabir gazeteciliğini ve haberciliği öne çıkaran bir dinamik yakalamaya çalışıyoruz.

‘Tekrar’dan kastınız nedir? Ne vakit haber ağırlıklı olmaktan çıktı Milliyet?
Milliyet zaten Abdi Bey (İpekçi) geleneği ile öteden beri, neredeyse kurulduğundan beri fikir ağırlıklı
bir gazete. Batılıların, ‘kalite gazete’ dedikleri; dünyaya, olaylara, daha çok düşünsel bakabilen, bunu yaparken de yorumu besleyen haber akışını açık tutan bir gazete. Bu dengenin tabii zaman
zaman bozulduğu dönemler oluyor.

Haber anlayışındaki değişimde internet mecrasının etkisi ne kadar?
İnternet ve yeni medya dediğimiz mecralar üzerinden haber anlık bir hıza erişti. Bu hız haberciliğin tanımını
değiştirebilir. Haberin bu kadar hızla seyrettiği dünyada, biz haberciliği yeniden tanımlamak ve Milliyet’i öne çıkarmak istiyoruz. Bu da tabii 24 saatlik bir tempoyu gerektiriyor. Siz gazeteyi baskıya hazırlarken bile manşetler saat başı değişiyor. Bazen bir günde onlarca olay meydana geliyor. Dolayısıyla ertesi sabaha kadar birçok haber bayatlıyor.
Sabah Milliyet gazetesini eline alan bir okur, televizyon haberlerinden farklı bir gündemle ve özel haberle karşılaşmak durumunda. Bir de tabii internetle hem bir rekabet hem de etkileşim içinde olmamız lazım. Orada da yeni trendler var. Okur profili değişiyor. Genç okurun ilgi alanlarıyla klasik gazete hazırlama, gazetelerin haber tercihleri arasında bir uçurum oluşuyor. Bunu da kapatmak zorundayız. Yazılı basında tirajlar düşüyor, üzerimizde ciddi bir tiraj baskısı var.

Nedir tiraj hedefiniz?
Ben göreve gelirken basında epeydir düşen tirajlar ve yazılı basının medya sektörü içinde daralan reklam ve okur payı dolayısıyla yeniden iddialı bir yarış gerekeceğini biliyordum. Buna göre düşünsel hazırlıklar içindeyiz. Bizim elimizde analitik olarak değerlendirme yapabilecek yazarlarımız var. O yazarları da haberle buluşturacak şekilde değerlendireceğiz. Onların da rüzgarınıarkamıza alarak bir çıkış yakalamaya çalışıyoruz. Milliyet’in 62 yıllık geleneğinde klasik bir aile gazetesi olma özelliği var. O geleneği de canlandırarak ‘kaybettiğimiz tirajları yeniden kazanabilir miyiz?’ diye hedefler koyduk.
Milliyetin tirajları şu anda 150-160 bin bandında. Ben bunu 200-250 binlere doğru götürme planı içindeyim.

Gazeteler kendini okura pazarlamayı öğrenmek durumunda mı kaldı?

Bana göre gazete haberdir. Her şeye rağmen gazetelerin haberi topluma bütün doğrularıyla açarak aktarma konusundaki misyonu devam ediyor. Gazetecilik açısından pazarlama stratejilerinden önce, topluma karşı olan bu birincil sorumluluğumuzu yerine
getirebilmeliyiz. Toplum bizden ne bekliyor? Biraz önce konuştuğumuz o yeni mecraların sonucu müthiş de bir haber kirliliği var. Her şeyden kafası karışmış bir okuru, ‘hayır gerçekte bunlar oluyor’ diye doğru haberle yüzleştirebilmeliyiz.

Okuru doğru haberle hızlı şekilde yüzleştirmek için nasıl adımlar atıldı?
Ben önceliği Milliyet’in haber ciddiyetini ve haber sorumluluğunu geliştirmeye verdim. Bu da bizi gazete içinde haberi veren kaynaklarla buluşan muhabirin önemine götürecek. Yani son dönemde daha çok yazarlar üzerinden takip edilen konular artık öncelikle muhabirler
tarafından takip edilecek. Böylece haberciliğimizi geliştireceğiz. Haber yalın olacak. Yorum da köşelerde yerini bulacak. Haber yorum ayrıştırmasını da yapacağız.

Milliyet Doğan Grubu’ndan ayrılıp Demirören’e geçtikten sonra ne değişti gazetede?
Doğan Grubu’nda Hürriyet’in gücü altında kendini ikinci plana itilmiş bulan bir Milliyet vardı. Bu gerçekti de. Sadece algı değildi. Milliyet’in başarısı Hürriyet’i satın aldırmıştı ama daha sonra Hürriyet tirajda ve reklam gelirinde öne geçtiği için bu Milliyet’i gölgelemişti. Milliyethep grubun üvey evladı gibi kaldı.
Şimdi ise öz evlatlık durumuna geçtik. Demirören Grubunun birinci gazetesi, amiral gemisi olarak Milliyet tekrar tek başına iddia sahibi bir gazete olarak ortaya çıkıyor. Bu da bizim yolumuzu çok açacak.

Kadroda değişiklikler, genişleme olacak mı?
Tayfun Deveciloğlu’yla çalışan ekiple devam ediyorum. Zaman zaman takviyeler ve değişiklikler olabilir. Süreç içinde bütün bu çalışmaları yol haritasının bizim karşımıza çıkardığı ihtiyaçlara göre belirleriz.
Tayfun Bey’in bağlantısı kaldı mı gazeteyle?
Hayır, Tayfun Devecioğlu arkadaşımız gazeteden ve gruptan ayrıldı.

Peki bu ayrılıkta ‘Genelkurmay başkanının ayakkabısına pençe’ haberinin etkisi var mı?

İsterseniz bunu Tayfun Bey’le konuşun. Ama tek bir haber, tek bir olay ya da tek bir neden, hiçbir zaman yayın yönetmenlerinin sonunu getirmiş olamaz. 1998’de benim sonumu da
getiren, pek çok faktör vardır. Çok güzel bir söz var: Genel yönetmenlerin en güçlü oldukları dönem birinci günleridir.
Sonları da belli değildir. Bu ucu açık bir görevdir. Garantisi yoktur bu işin. Ben de öyle geldim. Bir gün de kalsam en iyi Milliyet’i yapmaya çalışacağım.


İktidarın gazeteler üzerindeki etkisi bu haber anlayışının şekillenmesinde etkili oldu mu?
Bu dönemin zorlukları mutlaka var. Ama bunlar bizi gazetecilikten alıkoyacak şeyler değil. 12 Eylül askeri
darbesinde muhabirdim. 28 Şubat post-modern darbesinde Milliyet’in genel yayın yönetmeniydim.
Biz hiçbir 
arkadaşımızın burnunu kanatmadan, hiçbir yazarımızı işinden etmeden, hiçbir kirli malzemeyi kullanmadan, Andıçlarla gazete yapmadan, Akın Birdal örneğinde olduğu gibi insanları suikast  hedefi haline getirmeden, yeri gelince askerlere ‘demokrasi dışına çıkmayın’ diye karşı koyarak habercilik yaptık. Bu dönemde de zorluklar var. Ama ne sansür, ne oto
sansür ne baskı iddiaları, bunlar bizi mesleğimizi yapmaktan alıkoyamaz. Abdi İpekçi ekolüyüz bizler.

Daha eleştirel manşetler görecek miyiz?

Göreceğiz. Bunun örneğini iki gün önce verdik. Eski rektör Fatih Hilmioğlu’nun oğlunun acı ölümü… Hocayı Silivri’den aldılar Sincan’a götürdüler, gece evinde kalmasına izin vermediler, biz birinci gün, geç olduğu için o olayı sayfanın altında görmeyip, ertesi gün manşete taşıdık, ‘Sizin hiç oğlunuz öldü mü?’ diye. İşte değişen habercilik refleksi. Bu
mesaj kimeydi? Adalet Bakanlığı’na, İç İşleri Bakanlığı’na, Hükümete… Ertesi gün de Adalet Bakanı’yla konuştuk.
Bundan sonra benzer olaylarda bu uygulamanın sürdürülmeyeceğini Bakan söyledi. Biz sorunlar olduğu zaman ‘evet burada hata yapılıyor’ diyebileceğiz. Milliyet daima bu refleksleri göstermiştir. Pek çok yazarımız yeri ve zamanı gelince bu tür olaylara daima karşı koymuşlardır; ama bunlar köşelerde kalmayacak, manşetten veya birinci sayfadan görülecek. Özetle, biz inadına gazetecilik yapacağız.

Neden sizin gibi muhalif bir haberciyi getirdiler bu göreve?
Bu bir siyasi arayış değil. Benim bu ülkede bir gazeteci yazar olarak elbette fikirlerim var. Daha çok sola açık fikirlerdir bunlar. Fakat bu benim haberciliğime yansımaz. Milliyet nesnel bir gazetecilik yapacak. Ama doğrular üzerinden, gözünü bir şeye kapatmadan,
olayları karartmadan…
Benim kuşağım bu sözcüğü çok iyi bilir, ‘fikri takip’ denen bir kavram vardır gazetecilikte. Olayların peşine düşersiniz ve hiç bırakmazsınız. Nedir bunlar? Uludere’de 34 köylünün katledilmesi, Afyon’da patlayan cephanelikte 30 askerin şehit olması. Şimdi afet diye
sunuluyor. Oradaki hadisenin ne olduğu meçhul ama herhalde bir afet değil. Haberdeki nesnellik bu.


GAZETEYE KADIN YÜZÜ EGEMEN OLACAK



Şimdi en büyük performansı okur temsilcisinden bekliyorum. Okur temsilcisi bizi her gün, biraz argo tabirle, dövecek. Gazeteyi kendi içimizde sürekli eleştirerek ilerleyeceğiz. Her gün ‘neyi yapıyoruz, neyi yapamıyoruz?’, ‘ başlıkta kışkırtma var mı?’, ‘haberleri görmezlikten gelmiş miyiz?’, ‘doğru dili kullanabilmiş miyiz?’ diye soracağız. Bütün bunları, ombudsman izleyecek ve haftada bir kendi köşesinde yazacak. 
Bir kadın okur temsilcisi atadık: Belma Akçura. Gazeteye kadın yüzü egemen olacak.
Bunu da kadın gazeteciler yapacak. .Çok sayıda genç öğrenci alıyoruz üniversiteden. Muhabir kaynağımız üniversiteler olacak. Genç bir kadroyu stajyerlikten muhabirliğe dönüştürmeye başladık. Onların sayısı bu gazetenin yüzüne yansıyacak. Sayfalarına yansıyacak. Konularımız ve ilgi alanlarımız da o genç tepkilere açık olacak.
Kültür-sanat sayfası açtık. Bir Milliyet klasiği olan ‘Düşünenlerin Düşüncesi’ sayfası hazırlıyoruz. Herkes oraya yazı yazacak, akademik dünya… Spor sayfası üzerinde çalışıyoruz. Milliyet yıllarca sporu arka sayfadan veren bir gazete. Ama reklam faktörü,
bütün gazeteler arka kapağı içeri aldıkları için, biz ‘onu da yapabilir miyiz?’ diye bir arayış içindeyiz.