29 Ocak 2012 Pazar

KAYIT ALTI: Yavuz Akyazıcı’yı kim yetiştirdi?

29.01.2012 (Taraf)

‘Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli caz müzisyenlerinden’diyor basın bülteninde. Pek emin değilim. Zira yıllarca Amerika’da icra etti müziğini gitarist, besteci ve aranjör Yavuz Akyazıcı.

New York, New School Jazz Academy’de caz performansı bölümünden mezun oldu. Kendi internet sitesindeki, biyografisinde anlattığı üzere, burada John Coltrane’in basçısı Reggie Workman, Jim Hall, Billy Harper, Buster Williams, Vic Juris gibi hocalardan ders aldı. Üniversite eğitimi esnasında Mike Stern, Wayne Krantz gibi isimlerin de sahne aldığı 55 Bar’da çalmaya başladı.
Birdland, Knitting Factory, Auggie’s gibi dünyaca ünlü caz kulüplerinde, Matt Wilson (Charlie Haden Liberation Band), Eric Person (Ben Harper, Dave Holland Quintet), Joe Fonda (Kenny Baron, Anthony Braxton), Kevin Burke (Wynton Marsallis Orchestra) gibi isimlerle konserler verdi ve kendi adını taşıyan üç albüm kaydetti.
Bu üç albümden sonuncusu Volcano/Gamzelim epey zaman sonra Türkiye’ye geldi.
Geçen aylarda çıkan Yahya Dai (saksofon), Ece Göksu (vokal), Baran Say (kontrbas) ve Derin Bayhan’la (davul) birlikte kaydedilen dahiyane iş, Yavuz Akyazıcı Project 1, Türkiye’deki bazı dinleyiciler için Akyazıcı’nın ilk albümüydü. En başta sarf ettiğim, tekrar okuduğumda ise kabalaştığımı düşündüğüm, o cümleyi bu bilginin üzerine tekrar ederim.  
17 yıl sonra Türkiye’ye dönen Akyazıcı burada şimdiye kadar hiç yapılmamış bir işi yaptı. Caz standartlarının pop üzerine inşa edildiğini hatırlattı ve buranın şarkılarını yeniden yorumladı. Dinleyiciye cazı tekrar anlatmak istedi.
Akyazıcı şimdi ise, Bridge (Köprü) isimli bir albümle karşımızda. Son birkaç yıldır, büyük bölümü yıllar evvel kapatılan Bilgi Üniversitesi caz bölümünden mezun müzisyenlerin başarılı caz albümleriyle egemen medyada görünürlük kazanan bu müziğin, ülkemizde kurulan ufak dünyası, nihayet Akyazıcı’nın kendi bestelerini de ağırlıyor şimdi. 
Epeydir, -Kamil Erdem’in yüzü hürmetine- Yıldız Teknik’e kesin olmamakla birlikte iki yılda bir alınan caz gitar öğrencileri dışında hiçbir kurumunda caz eğitimi verilmeyen bu ülkenin bu ufak dünyası nasıl büyüyecek diye düşünüyorum durup durup. Önce Hacettepe’de geçen sene açılan caz anasanat dalının uzun ömürlü olmasını diliyor sonra da Akyazıcı’nın Bridge’si gibi albümleri biraz da bu soruma cevap olarak algılıyorum.
Sway ve House of the Rising Sun gibi iki bilinen şarkının caz yorumunun yanı sıra, Sam Rivers'ın caz standardı Beatrice ve yedi tane Yavuz Akyazıcı bestesinin yer aldığı albüm önemli müzisyenleri bizlerle buluşturuyor.  Downbeat tarafından beş yıl üst üste ‘en iyi caz davulcusu’ ödülüne layık görülen ve Charlie Haden, Dewey Redman gibi isimlerin grubuna üye olan Matt Wilson; Anthony Braxton grubu üyesi, Archie Shepp, Charlie Persip, Lou Donaldson, Ken Mcintyre gibi isimlerle çalışmış Joe Fonda’nın (kontrbas) yanı sıra, Chico Hamilton Band üyesi, Mc Coy Tyner, Ben Harper gibi dev isimlerin albüm kayıtlarında yer almış ve Dave Holland'ın  Dream of the Elders albümünden de tanıdığımız Eric Person (saxofon) da bulunuyor Bridge’de. İlk parça Akyazıcı tarafından blues çalışını çok sevdiği Person için yazılmış. Kompozisyon Person’un bu özelliğini ön plana çıkaracak şekilde düzenlenmiş.
Hikâyeyi yine albümden öğreniyoruz. Akyazıcı kartonette bizim için tek tek yazmış, hangi parçanın nasıl ve neden yazıldığını.

Albüme adını veren parçayı  “her şeyin birbirine bağlandığı, çözüme ulaştığı noktada, Türkiye'ye döndükten sonra bestelediğim ve buradaki müzisyen arkadaşlarımla kaydetmeyi planladığım bir şarkı...” sözleriyle anlatmış sanatçı.  Ve kontrbasçı Ozan Musluoğlu’ya düet yapmış.

I Know You Can Hear Me ise albümün en iç titreten melodisine sahip. Babasının vefatından hemen önce onun için bestelemiş bu şarkıyı. “Bana inanması, beni desteklemesi sayesinde bütün bu şarkılar ortaya çıkabildi. Hayatımdaki en etkileyici süper kahramanım, canım babam” diyor Akyazıcı. Parçaya Musluoğlu ve davulda ‘Yavuz Akyazıcı Project 1’ de de birlikte çalıştıkları Derin Bayhan hayat veriyor.
Albümün Neruda’sı Latin Amerika’nın nefes kaynaklarından Pablo Neruda’ya adanmış.  Goin' Home ise, 17 yılın ardından Türkiye'ye dönme kararı Alan Akyazıcının huzurlu bir gemi yolculuğunu hatırladığı bestesi.

Akyazıcı’nın bizim aramızda huzur bulmasını ve yanımızdan yöremizden çok uzaklara gitmemesini dileriz…

Yavuz Akyazıcı, Bridge, Esen Müzik

22 Ocak 2012 Pazar

KAYIT ALTI: ‘Evladını yiyen anne’nin sesi


22.01.2012 (Taraf)

Üniversitede çok kıymetli bir hocam ‘Evladını yiyen anne’ dediğinde İstanbul için, henüz sadece birkaç eylem için gelmiş, birkaç saatimi vermiştim bu şehre.
Bir sonbahar sabahı otobüsten inip İstiklal’in ıslak ve tenha sokaklarında yürümenin ne olduğunu, o caddenin sesini ve kokusunu iyi biliyordum. Kafamda yankılanan birkaç ebeveyn cümlesiyle geziyordum hep: Aman dikkat et. Tehlikelidir İstanbul.
Oysa, doğup büyüdüğüm, herkesin büyük ve açıkgörüşlü olduğunu sandığı ama küçücüklüğünü ve muhafazakârlığını iliklerime kadar her fırsatta hissettiğim o güzel şehri; İzmir’i terk ederken, bu şehrin tehlikelerinden, burada yaşayacağım bireysel ve toplumsal kalp kırıklıklarından bihaberdim. İyi ki de öyleymişim…
Tüm hayatınızı İstanbul’da geçirdiyseniz, bu şehrin acımasızlığını anlamanız pek kolay değil. Yok başka bir coğrafyada yeşerip sonra ansızın bir operasyonla buraya ekilmişseniz, önce solmak sonra yeniden yeşermek zorunda kalacağınızdan, başka gözlerle bakmayı öğrenirsiniz İstanbul’a.
Bu sert şehir, birden bire sizin aynı anda hem en büyük aşkınız hem de en büyük düşmanınız oluverir.
Şimdi bunca iddianın altının doldurulması icap ediyor… Edilen lafların altını bazen kelimelerden daha iyi dolduruyor müzik.
Bu noktada gelin Ceyl’an Ertem ve Barana’nın Xenopolis’ini dinlerken sonra tekrar konuşalım…
O vakte kadar ise dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışalım albümü…
Farklı projelerde farklı müzisyenlerle işbirliği yapmalarına alışık olduğumuz Steven Kamperman ve Behsat Üvez’den oluşan Hollandalı Barana grubu yeni prejelerinde Ceyl’an Ertemle birlikte çalıştı.
Üçlüye İranlı perküsyoncu Afra Mussawissade, Hollandalı gitar virtiyözü Jeff Sopacua ve çellist Ernst Reijseger eşlik etti. Albümün bizce en ilginç yanlarından biri bu noktayla ortaya çıkıyor. İstanbul’u çok az tanıyan bu müzisyenlere o kadar içli anlatılmış ki bu şehir, sesler tıpkı İstanbul gibi tınlıyor.
Haykırışlarına alışık olduğumuz Ceyl’an bu albümde coşkusunu daha ‘usul usul’ veriyor bize.
İstanbul kendi kendini anlatıyor. “Oradaydım, sokuldular bahçeme, çocukları gönderdiler uzağa” diye konuşturuluyor Sulukule “Söylediler ki hepsi iyiliğimeymiş” diyerek bu yerinden etme harekâtını yemediğini anlatıyor tatlı tatlı… Sonra  “Sen o öteki beriki kimsiniz?” diye soruyor Birinci Sınıf isimli şarkı. “Eşittir yok burada eşit” diyerek acılarımızın sınıflarımızla kurduğu köprüleri işaret ediyor.
Adapazarı depremini yaşadıktan sonra İstanbul’a gelen Ceyl’an “Silkecek doğa kirli bir kumaş gibi üstünü, balıklar dizilecek boğazına, bilmiyorlar insanlar diplerinin sıcağını, boğazıma kadar battım ben kaygıya” sözleriyle ha yıkıldı ha yıkılacak denilen İstanbul’la alay ediyor…
Albümün en vurucu şarkısı ise Arabesk. Bugün hala kimse gelip onu rahatsız edemesin diye Mersin’de demir parmaklıklar arasında yatan güzel kadın Bergen’i anlatıyor şarkı. Ondan alınan bir dizeyle “Bütün zalim olanları, sen affetsen ben affetmem Tanrım” diye inliyor Ceyl’an… 1982’de üzerine kezzap atılarak yara içinde bırakılan ve kadınlığımızın bedenimizden ayrılamayacağını bir ders gibi öğreten o hadiseden sonra, 1989’un 14 Ağustos’unu 15 Ağustos’a bağlayan gece Halis Serbes’in silahından çıkan altı kurşunla katledilen o kadın, Xenopolis’te yeniden dile gelip, İstanbul’da, bu ülkede, bu dünyada acılar içinde kıvranmakta olan, nefret edilen ve defalarca öldürülen kadınların, hepimizin hesabını soruyor…
Bu kadar anlatmak yetmez. Xenopolis kendi kendini anlatacak, sadece size ait hikâyelerle köprüler kuracak… Kulak verin…

Ceyl’an Ertem & Barana, Xenopolis, Baykuş Müzik

15 Ocak 2012 Pazar

KAYIT ALTI: Tüm duyguların en taze hali


15.01.2012 (Taraf)

Tüm duyguların en taze hali var bu albümde. Coşkudan bezmemiş, aksine onu kutsamakta olan gencecik ellerin dokunduğu enstrümanlarla, uzun yıllardır sadece ‘müzik için’ çalışan ve o coşkuyla çoğalan iki isim Güher- Süher Pekinel yan yana gelmiş. Hem de farklı yorum olanaklarına kapı açan ve ortak müzik bilincini bireysel yaratıcılıkla birleştirmeye imkân tanıyan oda müziği çatısı altında…

‘Dünya Sahnelerinde Genç Yetenekler’ isimli bir projenin ürünü bu. Güher ve Süher Pekinel’in öncülüğünde 2010 yılında başlayan projenin amacı ‘sıra dışı yeteneklere sahip genç müzisyenleri dünyanın en saygın pedagog ve müzisyenleriyle buluşturmak.’

Bu çerçevede önce Türkiye’nin farklı şehirlerindeki konservatuarlarda okuyan ve en büyüğü 1988 doğumlu olan dokuz genç bursiyer olarak seçilmiş.

Onduline Avrasya A.Ş. sponsorluğunda yürütülen proje kapsamında genç sanatçılar Eren Aydoğan (piyano), Dorukhan Doruk (çello), Veriko Tchumburidze (keman), Elvin Hoxha (keman), Yunus Tuncalı (piyano), Kıvanç Tire (keman), Yusuf Çelik (çello), Ege Banaz (klarinet) ve Yağızcan Keskin (klarinet) bir yıl boyunca Viyana, Leipzig, Tel Aviv, Bremen, Zürih, Köln ve Brüksel’de eğitim görmüş daha sonra geçtiğimiz Ekim ayında, İstanbul Cemal Reşit Rey, Ankara Bilkent, İzmir Sabancı Kültür Sarayı’nda konserler gerçekleştirilmiş. Borusan Quartet üyesi viola sanatçısı Efdal Altun konuk sanatçı olarak katıldığı konserlerden Ankara Bilkent’teki esnasında kaydedilen CD ve DVD Lila Müzik aracılığıyla bizlerle buluştu.  

Albüm Sergei Rachmaninoff’un Çaykovski anısına bestelediği ‘Keman ve viyolonsel için ağıtsal üçlü no:2’ ile açılıyor. Oya gibi işlenmiş hüznüyle insanı hayata bağlayan bu eserin ardından, besteci ve keman sanatçısı Pablo Saraste’nin memleketi İspanya’dan ilham alan Zapateado’suyla hareketleniyoruz.

Ardından Ravel’in 1914-1917 arasında bestelediği ve altı bölümün her birini 1. Dünya savaşında kaybettiği arkadaşları için bestelediği Couperin’in Mezarında süiti geliyor.

Tartini’nin bir rüyasının üzerine bestelediği 1749 tarihli Şeytan Tiril’ini ve İspanyol çellist, bestci Cassado’nun ‘Solo viyolonsel için süit’ini arka arkaya dinliyor ve Alman romantik dönem bestecisi Mendelssohn’un 1833 tarihli ‘Konser parçası No:2’ ile yarattığı klarinet ve piyano arasındaki tatlı sohbete geçiyoruz.

R. Schuman’ın 1843’te 24 yaşına giren eşine ithaf ettiği Quintet Op.44’ünden sonra ise albümü 20. yüzyılın en önemli Avrupalı bestecilerinden Lutoslawski’nin 2. Dünya Savaşı sırasında Polonya’nın Nazi işgali altında olduğu 1941 yılında yazdığı Paganini çeşitlemelerini Güher Sühel Pekinel’in piyanosundan dinleyerek kapatıyoruz.

Güher & Süher Pekinel’le Dünya Sahnelerinde Genç Yetenekler’in  tariflediği o olgun kalp çarpıntısına hepimizin ihtiyacı var… Mutlaka diskoteklerinizde bulundurunuz…

Güher & Süher Pekinel’le Dünya Sahnelerinde Genç Yetenekler, Lila Müzik

‘Düşünmeye meyli olana malzeme vermek istiyoruz’


Ocak 2012 (Milliyet Sanat)

Geçen yılın sonunda kurulup, apar topar, yılın en iyi albümlerinin arasına girdiler.  Sağlam rock tınılarıyla alaturka damarları birbiri içinde erittikleri şarkıları kısa sürede dilden dile yayıldı. 
Be the Band yarışmasında elde ettikleri birincilikten sonra hızlanan profesyonel müzik yaşantıları, hayatın ta kendisinden damıtılan ve ayakları yere basan ‘tavır’larıyla birlikte ilerliyor…
11 Ocak’ta Ghetto’da bir konser verecek olan, vokal ve basta Selim Kırılmaz, gitarda Melih Balta, davulda Deniz Ünlü’den oluşan Neyse’yle konuştuk…

Şarkılarda bir sürü dertten bahsediyorsunuz. Pek ‘neyse’ deyip geçmiyorsunuz. Neden ‘Neyse’?
Deniz Ünlü:  Biz grubu 2000 yılı gibi kurduk. Henüz isim yokken, barda çalacağız, isim istiyorlar, bir yerlere yazacaklar. O esnada herkesin ortaklaştığı isim Neyseoldu. Duruş olarak  iddialı bir isim koymak istemiyorduk. İsmin müziği taşıması değil de müziğin ismini taşıması önemliydi...
Selim Kırılmaz: Gerçek olmayan sentetik bir ilişki kurulur ya grup isimleriyle;Neyse ona bir reaksiyon içeriyor sanki…
İsmin de albüm gibi kendi içinde sessiz sakin bir iddiası var o zaman…
S.K.: Samimiyet… Grubun ismine de duruşuna da bu yansıyor. Ama duruşumuz olsun diye çabalamıyoruz… O duruş kendiliğinden her yerinizden fışkırıyorsa anlamlı. 
O duruşun nasıl oluştuğunu belki üçünüzün arasındaki harcın ne olduğunu anlatarak açıklayabilirsiniz… 
D.Ü.: En önemli ortak noktamız arkadaş olmamız. Ortak sıkıntılarımız rahatsızlıklarımızın olması. 
S.K..: Bazı şeyler dönüp gelecekten bakıldığı zaman rahat anlaşılıyor. Çok uzun geçmişimiz var... Müzik yapmanın kendisi zaten hayata karşı bir duruş. Samimiyetle sorumluluk sahibi olmaya, kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmamaya çalışan üç kişiyiz biz. 
Şu ortak sıkıntılarınız… Albümde de duyuyoruz onları… Düşünsel temelleri neler? 
S.K.: Albümdeki tüm parçaların kavga ettiği temel bir şey varsa, o da birey kurgusu. Biz bir şekilde bir yer çekimi kanunuymuşçasına birey kurumuna inandırılmışız.  Başka zaman ve yerden bakıldığında insanın hayatla kurduğu ilişki aslında bambaşka… Sözlerin altında sanki bireyleşmeye, yalnızlaşmaya, yabancılaşmaya karşı çıkan; doğduğumuzdan beri inanmış olduğumuz şeylerle yüzleşmeye, hesaplaşmaya çağıran bir kendini arama çabası var. Hiç durmadan arayan biri var. Onun yazdıklarını okuyunca siz de o arayışa ortak oluyorsunuz...
Bir coğrafya arayışına da ortak oluyoruz… Hem sözlerde hem de müzikte ‘doğu’ ve ‘batı’ diye tariflenenler yeniden anlamlanıyor sanki…
Melih Balta: Onlar bizim bu güne kadar beslendiğimiz şeylerle ilgili. Bu albümde vokalleri şöyle yapsak, gitarları böyle yapsak davullar da şöyle olsun diye düşünmedik. Biz enstrümanlarımızı bu şekilde kullanıyorduk ve bunlar bir araya gelince bu oluştu. 
S.K.: Biz İstanbul’da doğmuş büyümüş insanlarız. Hiçbirimiz için tam olarak doğulu ya da batılı diyemezsiniz. Bu iki ad altında da bahsedilen şeyler listesini bünyemizde barındırıyoruz. Müzik sosyal hayattaki duygularla ilişki içinde olduğuna inandığımız bir şeyse, içinde tüm bunları barındırması gerek. İçimizden gelen müziği yapmak istiyoruz diye yoğunlaştığımız zaman çıkan şey bu oldu. Barış Manço, Orhan Gencebay, Tool’lar,  A Perfect Circle’lar, bu güne kadar aşna fişne olduğumuz çeşit çeşit rock müzik bir araya gelince ortaya bu çıkmış... Umduğumuz şey sırıtmayan, bir arada düzgün duyulabilen ve buraya ait bir modern rock sound’uydu. Onu da galiba büyük ölçüde yakaladık. 
İstanbullu’sunuz ama bu albüm buralı değil; aksine bir hayli taşralı, taşra naifliğini üzerinde taşıyor…
M.B.: Bizim çocukluğumuz Yeşilköy’de geçti. Şehir yaşantısı içinde büyümedik…
D.Ü.: Kapalı devre bir gruptuk biz. Bir garajda çalışmalarını sürdüren, uzunca bir süre sadece kendi arkadaşlarından çevresinden beslenen bir grup…
S.K.: Geniş bir alanda dağılıp gitmek yerine, daha küçük bir komünde daha derin ilişkiler kurduk… Çocukluk arkadaşıyız biz. Bu her zaman kendimizi hatırlamamızı sağlıyor. Hayata karşı tavrımızın çekirdeğini bu beliriyor.  Grubun tavrı, duruşu, söylediği her şey, politikayla kurduğu ilişki dahi bu çekirdekten okunabilir. Yabancılaşmama mücadelesi…
Böyle kapalı devre yaşayınca iyiyi tarif ederken kendini referans gösterip durma tehlikesi oluşmuyor mu?
S.K.: Öyle olmak zorunda değil… İnsanların ideallere göre her zaman daha deforme gözükmesinden normal bir şey yok. Ben yanlış yapıyor olabilirim; ama o idealin eksik veya yanlış olduğu anlamına gelmez. Referans aldığınız kişiler gündelik hayatta da karşınıza çıkabiliyor üstelik. 
Sürekli ideali aramak yorucu değil mi?
S.K.: Tarih çok kötü zamanlar gördü, gün geliyor devran bir şekilde dönüyor. Her şey böyle gitmez. Bir gün değişir. Ama ısrarlı parmak sallayan bir davet değil bizimkisi. Belki başka politik gruplardan farklı olabileceğimiz kısım da bu. 
Albüm kartonetinde şarkıların altında Judith Butler’dan, Walter Benjamin’den, Özdemir Asaf’tan alıntılar var… Derdinizi anlatmaya yetmedi mi şarkıların kendisi?
S.K. : O alıntıları koymasaydık o şarkılar size şu an ilişki kurduğunuz şekilde gelmeyecekti. Alıntılar şarkıya başka bir yerden de bakabilmeyi sağlıyor. Şarkı duygusal bir iletişim aracı olmaktan çıkıp, bir taraftan da sizi düşündürebiliyor o metinlerle. 
Bizi düşündürmek mi istiyorsunuz?
S.K.: Düşünmeye meyli olana malzeme vermek istiyoruz.  Ama düşünmek istemeyen birine ‘kafanızı kaldırın, uyanın’ demenin iyi bir yol olduğunu düşünmüyorum. Bana da yapılmasını istemezdim…
Sözler bu kadar yoğun söylemlere sahipken, müzikle olan dengeyi kurmak için ne yaptınız?
S.K.: Metnin düz yazıymışçasına, giriş,gelişme, sonuç gibi olmamasına çaba gösterildi. Dinleyicinin şarkıyı kendine göre yorumlayabilmesi için  bir mesafe bırakılmalı. Dinleyici onu yeniden üretebilmeli, her dinlediğinde başka bir şey düşünmeli… Sözler slogan gibi olsaydı müziğin önüne geçecekti ve düşünmeye mesafeniz olmayacaktı. 
Kapalı anlatım da biraz tehlikeli değil mi? Popüler kültür anlaşılırlık arıyor…
S.K.: Bir sürü şey anlatmak istiyorsunuz, çok ısrarcısınız bu konuda ve iki tane satırınız var. O zaman ister istemez kapalı anlatım kullanıyorsunuz… Bir de John Lennon’un Imagine’sini yazdığı dönemde yaşamıyoruz. Şimdi öyle şeyler yazsan adama ‘saf’ derler gülerler. Omuzlarımızda oturan potansiyel bir kamu var onu da hesaba katarak yazıyorsun…
Amacınız anlatmak değil hissettirmek yani…
S.K.: Hissettirmek de bir kerede, bir albümle, bir şarkıyla yapabileceğimiz bir şey değil. Biz çok albümler yapacağız daha, hepsini bir yere koyduğumuz zaman,  bundan 5-10 sene sonra daha iyi anlaşılır her şey…
Be the Band yarışmasındaki birincilik işinizi kolaylaştırmış olmalı…
D.Ü.: Biz zaten bir albüm hedefinde ilerliyorduk, besteleri toparlıyorduk. Benim yolda yürürken yarışma afişini görmemle birlikte, ‘katılsak mı acaba’ diye bir telefon muhabbeti yaptık ve katılmaya karar verdik. Belki bundan bir sene sonra bir yerle anlaşıp albüm çıkarabilecektik; ama böyle olmayacaktı. Babajım’la albüm  yapmamız işleri kolaylaştırdı ve büyük ihtimalle de kalitesini arttırdı. Albümü huzurlu bir ortamda yaptık ve müziğe yoğunlaştık...
M.B.: Biz birinci olacağız diye de girmedik bu yarışmaya. Parçaların düzenlemesini bitirmek için bir son tarihimiz olsun istedik. Altı tane parçamızı düzenledik yarışma için. 
Albümü CD yerine internetin alternatif yollarıyla dolaşıma sokmayı düşünmediniz mi peki?
M.B.: Sanal iletişimin hakimiyetini kimse yadırgayamaz. Ama amatör bir grup kimliğinden çıkmak için bandrollü bir şey de elinize geçmesi gerekiyor. Bu da o sistemin bir parçası. İstediğiniz şartlarda konser verebilmek için…
D.Ü.: Ciddiye alınmak için ‘benim albümüm var bastırdım’ diye bir materyal tutmanız gerekiyor.

14 Ocak 2012 Cumartesi

Fikirleri değiştirmenin yolu reklam değil


14. 01. 2012 (Radikal)


Reklam dünyasının marka isimlerinden Serdar Erener MediaCat dergisinin yeni tasarım ekinin editörlüğünü üstlendi. Kapağa sadece gözlerini yerleştiren Erener'e tasarım ve reklam tercihlerini, müzik, film ve dizi dünyasına hangi gözle baktığını sorduk

MediaCat üç ayda bir reklam dünyasından yaratıcı bir isimin editörlüğünde tasarım eki çıkarıyor. Tasarım kavramına yenilendikçe ayakları yere basan bir pencereden bakmak dertleri. Ekin editörlüğünü bu ay unutulmaz reklamların yönetmeni Serdar Erener yaptı ve okuyucuyla son beş yılın en iyi tasarımlarını paylaştı. Ekin kapağında ve iç sayfalarında Erener’in gözleri var sadece. Üzerinde hiçbir şey yazmayan, sadece görsellerden oluşan kitapçık, içindeki QR kodlarla akıllı telefon sahibi okuyucuyu, ‘tekhne-tekhne.blogspot.com’a yönlendiriyor. Blog’da Erener’in dudakları beliriyor ve tasarımları neden seçtiğini anlatıyor. Erener’le bu seçimlerini ve nedenlerini konuştuk… Ekin üzerinde işin mahiyetini anlatan hiçbir yazı yok, sadece gözleriniz var. İşin ilgi çekici olması açısından risk değil mi bu? Beni bilen gözümden tanır mı diyorsunuz? 
Yok canım beni gözümden kim niye tanısın! Ama dergi, reklamcıların dergisi. Reklamcılar da aşırı meraklı insanlar olurlar diye biliyorum. Dergilerinin içinden çıkan böyle bir şeyi merak ederler diye düşündüm. Yalnız tag raporlarından gördüğüm, herhangi bir dergi okurundan farklı değil davranışları. En çok arka kapaktakini, sonra ön kapak içindekini, sonra ilk tasarımı tag’lemişler. Sonra da aşırı meraklılar hariç bir kenara koymuşlar. Ama saygı duyduğum birkaç meslektaşımdan – başta Kurtcebe Turgul - aldığım mailler, aldığım riske değdiğini gösteriyor bana. Çok farklı alanlarda işlere yer vermişsiniz ekte. Tasarım size ne ifade ediyor? 
Tasarım kelimesi grafik tasarım, endüstriyel tasarım gibi birkaç tamlamaya sıkışmış Türkiye’de. Bence insan yapısı her şey böyle anılabilir. Ekin blog’una ‘tekhne’ adını verdik. ‘Tekhne’ eski Yunan düşüncesinde sanatla zanaatın kesişim alanındaki kabiliyetlere verilen genel isim. Seçimlerimin kapsama alanını ‘tasarım’dan daha güzel anlatıyor. Blog’da “Bu tanıma uyan şeylerden siz de ekleyin, envanter büyüsün” dedik. Bakalım ne olacak? Kalabalıkları ilgilendirmeyen şeyleri tasarım ekine koymama kararınızı Yaşam Şaşmazer’in dehası için çiğnediğinizi söylüyorsunuz. O işler kalabalıkları neden ilgilendirmez? 
Heykel, bizim hâkim kültürün benimsediği, sevdiği bir şey değil. Devletin koruduğu Atatürk heykelleri hariç sağlam bırakılmazlar. Müslüman mahallesinde salyangozdur heykel. Ama bu ‘heykelsevmez’ yerde bile iyi heykel yapan birileri var. Yaşam da o pek az kişiden biri. Birden fazla hayatım olsa birini de heykelci olarak geçirmek isterdim. Onu yapamadığım için Şaşmazer’i kıskanmakla yetiniyorum. İdeolojiyle gerçek arasındaki mesafenin uçuruma dönüşmesini ulaşılabilir bir dille anlattığını söylediğiniz ‘Yanlış Cumhuriyet’ kitabı da var ekte. İdeolojiyle gerçek ne vakit birbirine yaklaşır? 
Gerçeğin bilgisi ideolojinin yerini alırsa... Sosyalbilimcilerin ‘disenchanted’, yani gündelik hayatın büyüsünden kurtulmuş olması gerektiğini söylüyor büyük bir sosyolog. Ben de bunu yapmaya, ideolojiyi anlamaya ve gerçeği yakalamaya aynı anda çalışıyorum diyelim.
‘Üç Maymun’ filmi için “Allah’tan serbest piyasa diye bir şey var, bu yüzden festival sineması diye bir şey var” diyorsunuz. Bu tür filmlerin ilgi görmemesini serbest piyasa ve onun ideolojisine bağlayan bir görüş de var… 
Serbest piyasayı serbest bırakırsanız tekelleşme olur. Anti-tekel yasa yapar uygularsanız, kurallı ve hakemli oynarsanız herkesin kazanma şansı vardır. O senin dediğin anti-piyasacılar dağıtımcıların istemediği filmin sinemalarda gösterilmediğini iddia ederler. Bu, filmin sadece bilet alarak salonda seyredildiği zamanlarda belki doğruydu. Ama bugün film, marketlerde kasa yanında satılan şey. ‘Ödüllü film’ diye bir şeyin de piyasası var artık.
Müzik için ise “Piyasaları anlamak ve etkilemek için en etkili yol” diyorsunuz. AKP’nin seçim kampanyasında kullanılan müziği son beş yılın en iyi şarkısı olarak işaret ediyorsunuz. Piyasaları bozguna uğratmanın da yolu olabilecek aykırı müzikler de dinler, sever misiniz? 
Bu dediğini ‘eski popüler’in yerine ‘yeni popüler’i koymak diye anlıyorum ben. Piyasayı işlemez hale getirmeyi anlamıyorum. Bu müzikle olmaz zaten. Silah zoruyla olur. Ona da karşıyız. Piyasanın ilgilenmediği müzik dinliyor musun diye soruyorsan, evet. Benim hayatımın müziği, Beethoven’ın ölmeye yakın yaylı çalgılar dörtlüsü için yazdıkları. Kendi kendime dinliyorum. Reklama koymaya kalkmıyorum. Kendimin de bayıldığı Zara’yı koyuyoruz reklama. “Niye hem sayıca hem kalitece bu kadar az güzel film yapılıyor bu ülkede?” diye sorup, “Anlatmanın yeri burası değil” demişsiniz. Burada anlatır mısınız peki? 
Beşir Ayvazoğlu, “Bizde trajedi yoktur, mutlak iyiyle mutlak kötünün kavga ettiği masal vardır, bundan büyük roman çıkmaz” diye yazmıştı. Romanı bilmem ama bundan büyük film çıkmadığı galiba doğru. Bu bir. İkincisi, Osmanlı hayatının göz estetiğini kuranlara bak. Müslüman olanlarının geleneğinde temsili resim gözü zayıf. Gayrimüslim olanlarını da Osmanlı–Cumhuriyet paşaları halletti. Geriye göz kalmadı. Üçüncüsü, film, doğaçlama yapmakla organize olmanın çok hassas bir karışımını gerektiriyor. Bizde ikincisi hâlâ çok zayıf bir meleke. Futbola bak, sinemanın durumunu anla diyorum yani. Uzun zamandır tiyatro ile ilişkinizin zayıfladığını, bunu da Krek’in bozduğunu söylemişsiniz. Nedir sizi Krek’te heyecanlandıran? 
Üniversite kampüsünde bir cep salonunda kulakta kulaklıklar kalın bir camın ardında çok kabiliyetli iki, üç oyuncunun nefes alışlarından kaşıntılarının sesine kadar bütün varlıklarını hissederek bir tiyatro seyrediyorsunuz. Metin de metinden özgürleşerek canlandırılan da çok etkileyici. ‘Güzel şeyler bizim tarafta’ adlı oyun, beni tiyatroya geri getirdi. “Reklamcıların sadece yüzde 1’i AKP’ye oy veriyor, ülke gerçeğiyle reklamcıların arasında yüzde 49 fark var” diyorsunuz. Reklamlarda birbirine benzer tiplerin kullanıldığını söylüyorsunuz. Bulaşık yıkamanın kadına biçilmiş bir görev olduğunu görmeye devam ettikten ya da tüm ilişkilere heteroseksüel kafayla baktıktan sonra, ‘genel’e benzemenin bize ne faydası olacak? 
“Kadının yeri evidir”, “Eşcinsel komşu istemem” gibi değişmesini istediğimiz fikirleri değiştirmenin yolu reklam değil. Bunu yapmış reklam ben bilmiyorum. Reklam, insanların zaten peşinde oldukları şeylerden X marka olanının Z marka olanından daha iyi olduğunu hissettirmek için var. Reklamın bundan daha fazlasını yapmasını istemek de yaptığını zannetmek de hiçbir şeyden hiçbir şey anlamamak bence. Bilim gösterdi: İnsanlara kendileriyle ilgili hayallerinin gerçekleşmiş en parlak halini, yani ünlüleri gösterirsen bakarlar. Kendilerini olduğu gibi gösterirsen yine bakarlar. Onlara plastik bir hayali gösterirsen bakmazlar. İstanbul reklamcılığı orada çalışanların hayallerinin gerçekleşmiş hallerini göstermeye çalışıyor ve bu çoğu zaman plastik. Çünkü pazarlama yöneticileriyle reklamcılar aynı insanlar. Türkiye’deki bir kültür azınlığını temsil ediyorlar. Bu değişse ticaret için iyi olur diyorum. Yoksa son Mini Cooper faciası gibi şeyler oluyor işte. Masumiyet Müzesi’nde geçen ve müzede yer alacak olan 70’lerde geçen gazoz reklamını siz çektiniz. Orhan Pamuk’un dünyasına girmek mi, Nuri Bilge Ceylan’ın evine girmek mi daha kolaydı? 
Orhan Pamuk’un dünyasına girmek daha kolay. Çünkü konuşuyor. Hatta çok konuşuyor.
Nuri Bilge ile aynı üniverstede okuduk, o zaman hiç konuşmadık, onun zaten kimseyle konuştuğunu da görmedim. O zaman da harika fotoğraflar çekerdi, sonra bu memlekette benim en büyük şaşkınlık ve hayranlıkla izlediğim sinema yönetmeni oldu. Bu arada bir taraftan fotoğraf çekmeye de devam etti. İyi ki de devam etti. Bana göre son beş yılda Türkiye’de onun gibi fotoğraf çeken de çıkmadı. Doğuda boş bir asfaltın bir tarafından öbür tarafına başı hafif önde yürüyerek geçen köpek fotoğrafı bana kendi köpekliğimi ve hayatın kısalığını anlattığı için evine kadar gittim o fotoğrafı aldım duvarıma astım. O gün de benle konuşmadı.Behzat Ç için “Bu, dizi aleminin en ayrık otu” diyorsunuz. Nedir sizi böyle düşündüren? 
Ekteki videoda da dediğim gibi, diziler arasında en sahici, en samimi, en anti-kahramanla dolu olanı.