14 Şubat 2012 Salı

'Seni istemiyorum' der ve giderler bazen...

14.02.2012 (Taraf)

Romantik bir gece geçirecek, birbirinize hayatınızın aşkı olduğunu söyleyecek, sen benim eşimsin diyeceksiniz. Sabah birlikte uyanıp hasretle öpüşeceksiniz. Aynı günün akşamı yaptığınız buz gibi telefon konuşması esnasında 'Evet artık seni istemiyorum' diye haykıracak ve telefonu kapatacak.
Ve bitecek.
Kim bilir 16 Şubat sabahı bu yazıyı okuyan kaç kişi 'başıma gelenleri anlatıyor' diyecek?
Müneccimliğe devam edelim, korkmayın 48 saat sonra acınız hafiflemeye başlayacak. 10. günün sonunda arayıp iyi ki terk etmişsin beni demek isteyeceksiniz. Şaşırtacak kadar kısa bir süreden sonra her şeyin yolunda olduğunu idrak edecek, bu idraktan zevk alacak ve ahmak gibi yeniden aşık olacaksınız.
Sonra gün gelecek bu çok bilindik hikâye yeniden yaşanacak ve yine ağlayacaksınız.
Acıklı değil komik!

Çok kişinin döne dolaşa aşkı aradığı  'bu'gün Cumhur Avcil'le  konuşmak istedik. 
Davulcu olduğu kadar olmasa da psikolog olan Avcil geçen yıl sorunlu âşk hallerini anlatan  ‘Love Sick’ isimli konsept bir albüm yapmıştı.


Neden aşkı anlatmak istedin?
Terk edildim. Sonra hırsla kendimi müziğe verdim. Zaten Histeri Çalışmalarının kayıtları için gece çalışıyorum. Sonra gelip bu şarkıları yapıyorum. Bir yandan da içiyorum. Terk edilmenin acısı bir anda hafifledi. Ve bu albüm bittiğinde benim için bütün bu acı bitmişti. Tabii fiziksel rahatlamanın da etkisi var burada. Albümde manyak gibi davul çalıyorum, sırılsıklam terleyip yorulup hırsımı atmış oluyorum.

Nasıl terk etti?
Her şey gayet güzelken birden ayrıldı sonra tüm iletişimi kopardı. Ne olduğunu anlamadım bile.


Terk edildiğinde neden yıkılıyor insan? Tek başına kalma korkusu mu…
Tek başına kalmak değil de oyuncağını kaybetmenin hüznü var orada.  Mutluluğu bulmuşken kaybetmenin…  Aynı şeyi bir daha yakalayamama endişesi.

Albümdeki karakterin hikâyesi nasıl gelişiyor?
Karakter terk ediliyor. Acıyla yüzleşiyor. Sonra karşıdakini suçluyor. İyice nefretini kusuyor, rahatlıyor. Sonra tekrar başka birisine âşık oluyor. Bu sefer olacak galiba derken tekrar terk ediliyor.

Bunu da yaşadın mı?
Evet  yaşadım. Tekrar terk edildikten sonra ilk halinden daha beter bir hale geliyor insan.
Terk edilir edilmez nasıl yeni bir ilişkiye başlamaya cesaret ediyor o insan?
Ben onu erkek kafa yapısıyla kadınlardan intikam almanın bir yolu olarak düşünüyorum. Yeni bir ilişkide mutluluğu aramak değil. ‘Göreceksiniz siz kadınlar’ gibi bir psikopatlık.

Hayata bağlanma aracı, yarının var olacağının taahhütü olarak mı görüyoruz ilişkiyi?

Doğal ortamımızdan uzakta çok sentetik yaşamlar sürdüğümüz için en yakın arkadaşlarımızla bile o hayata bağlayan şeyi hissedemeyebiliyoruz. O yüzden her şeyi paylaşabileceğimiz bir sevgili istiyoruz.



Paylaşıyorsun da yan yana da duramıyorsun. Neden bu kadar zor bu iş?

Beraber yaşamaktan ziyade birbirine katlanmaya dönüyor iş. Birbirine ne kadar iyi katlanabiliyorlarsa o kadar uzun ve sabit gidiyor ilişki. İnsanların birbirlerine yeterli alanı bırakmamalarından kaynaklanıyor bu da. Sıkboğaz ediyorlar. Birey ilişkinin içinde bağımsızlaşamıyor.

‘Alan bırakmak’ ne demek?
Mesela ben üretmek için yalnız kalmalıyım. Ama bunu da talep etmek yerine yaratmayı tercih ediyorum. Sevgilimin dolu olduğu zamanlarda çalışıyorum örneğin. İnsanlar bunu yapmak yerine ‘istemiyorum seni, git’ diyorlar.

Bir yandan herkes sözüm ona aşkı arıyor, bir yandan ‘istemiyorum seni’ diye kolayca haykırıyor. Bugün niye herkes çok benzer hikâyeler yaşıyor?

‘En değerli benim’ diyerek hareket ediyoruz çünkü. Burada empati çok önemli bir kavram. Kendini korurken insanların da neler hissettiğini anlayıp ona göre davranıp ilişkilerinin kolay devam etmesini sağlayabilirsin.

Woody Allen Annie Hall filminde ‘Beni kabul eden gruba üye olmak istemem’ diyor ya… Biraz da bunun etkisi var sanırım…
Mücadele etmeden kazanılan şeyin değeri az oluyor.  Mücadele derken birinin peşinden koşmayı kastetmiyorum. O ilişkiye verdiğin değerle güzel bir ilişki yaratma çabası. Karşındakini ne kadar seversen sev, seks ne kadar güzel olursa olsun o ilişkinin gitmesi için çabalaman gerekiyor. Bunu yapmadan her şey bir anda çok güzelmiş gibi olunca patlıyor. Bu bir yanılsama çünkü.

İyi de iş mücadeleye gelince bitiyor çoğu ilişki…

Mücadele verip ayrılınca yıkılıyor insan. Belki de o acıyı yaşamamak için mücadele edilmiyordur.
Gerçekçi olmayan bir şeyin peşinde koşuyor insanlar. Gerçekçi olmayan bir gerçeklik yaratmak istiyorlar. O noktada çok şey kaçırdıklarının farkına varmıyorlar.


‘Müzisyenden sevgili olmaz’ diyorlar. Sen ne diyorsun?

Şu an bulunduğum noktaya gelene kadar bahsettiğimiz çok  fazla insanı üzdüm. Çünkü umurumda değildi. Tanınmış bir müzisyen haline geldim, elim yüzüm düzgün, cebimde param var… ‘Önüme gelen herhangi bir insana herhangi bir şeyi yapabilirim, umurumda değilsiniz’ tavrı. Müzisyenlerden uzak durmakta haksız değilsiniz. Ben de kendi yaptığıma benzer bir tavırla karşılaşıp acı çekince durdum düşündüm.

O zaman çektirenin eline sağlık.  Tekrar bir konsept albüm yapmayı düşünüyor musun?
Yaptım bile. Sıradaki karakterimiz anarşist. Bu sefer biraz sistem eleştirisi geliyor, yaşadığımız topluma ekonomik düzene… Bu albümü yasal olarak çıkarıp satmak karakterin kendisine ihanet gibi geliyor. O yüzden internette yayınlayacağım. Tek çekincem bir şeyi satmadığın zaman insanların ona değer vermiyor oluşu. Basına bülten yolladığımda kaç kişi ilgi gösterir bilmiyorum; ama yine de satmayacağım.

12 Şubat 2012 Pazar

KAYIT ALTI: Bu albüme aşık olacaksınız



12.02.2012 (Taraf)

Yaşadıklarımdan öğreniyorum her gün: Sakinleştiriyorsa doğru yer olma ihtimali yüksektir. Orada bir süre durunuz. Sakinlik ve sukûnete takiben kalp atışlarında hızlanma, midede bulantı ve kafada dalgınlık oluştuysa ve üstelik bunların hiçbiri sizi rahatsız etmiyorsa yaşadınız. Kendinizi bırakınız. Kısa süre sonra doğal bir sadakat hissiyle karşılaşacak ve kendi rızanızla oradan başka yere gitmek istemeyeceksiniz.


Kayıt Altı epey coşkulu, hafif abartılıdır, tanıyan bilir. Bu coşkulu ve abartılı ruh halinin etkisini akılda tutarak, Jülide Özçelik’in yeni albümünün hiç umut etmediğimiz halde karşımıza çıkan yepyeni bir aşk gibi kendine bağladığını söyleyelim. Dinledikçe kendini sevdirdiğini bir de.


Ben albümle görücü usulü tanıştım. IKSV’den ve şahane radyo programlarından tanıdığımız Harun İzer’in bir tweet’ini gördüm önce: “Türkçe sözler ile yapılmış en güzel caz şarkıları!” diyordu. Meraklı meraklı gittim albümü almaya. 

Dört yıl önce çıkardığı Jazz İstanbul Volume 1’i takip eden bu yeni albümde Özçelik’in sakin ve sade vokal tavrı yaratılan ruh halinde oldukça belirleyici. Gitarda Cem Tuncer, piyanoda Ercüment Orkut, kontrbasta Kağan Yıldız, davulda Cengiz Baysal, trompette Şenova Ülker ve perdesiz gitarda Cenk Erdoğan’ın sesini duymamıza cömertçe müsaade ediyor ve eserlerin kendi içindeki güzelliği ortaya çıkarıyor Özçelik. Vokal kendini eserlerin doğasına ve  Cem Tuncer’in sihirli düzenlemelerine bırakıyor.

10 şarkıdan oluşan dokuz düzenlemenin Cem Tuncer'e ait olduğu albümde sözü ve bestesi Jülide Özçelik'e ait beş şarkı var. Kendi içine dönük şarkılar bunlar. Bir kadının gerçeği aradığı, uzaklara bakma niyetiyle yola çıksa da dönüp dolaşıp kendi içine döndüğü ve var olanı kabullendiği şarkılar… “Yine de hayat verilen en güzel hediye” şarkılara göre “Ardına bakma yaşa sen gönlünce”. “Eşitiz eninde sonunda” ama  “hayallerim gerçeğin çok ötesinde”…

Albümün toplumsal sorunlara gönderme yapan tek şarkısı Ercüment Orkut düzenlemesiyle dinlediğimiz Özdemir Erdoğan imzalı Vitrin. Şarkı Özçelik’in sesine pek yakışsa da, bir erkek gözüyle ‘namus’ tarifleyen bu şarkıya bir kadının albümünde ne gerek vardı, diye sormaktan kendimi alamıyorum. Yoksul olduğunu vitrinin önünde kıyafetlere bakışından anladığımız, banka müdürünün sekreteri olan Yeşilçam soslu bir kadının, bir adamın Mercedes’ine atlayıp boğaz sefası yapmadığı ve anasını elalemin evine göndermediği için bir erkek (Özdemir Erdoğan) tarafından erdem timsali olarak anlatılmasına katlanmak yeterince zor. Bu hali bir kadının sesinden dinlemenin yarattığı kırgınlığı siz düşünün…

Albümün en başarılı parçalarından biri bir Kırım türküsü olan Şu Yaltadan Taş Yükledim. Tuncer’in düzenlemesiyle eser orjinalinden bile iyi olmuş.
Neşet Ertaş'ın Gönül Dağı ve sözleri Ömer Hayyam'a müziği Mehmet Güreli'ye ait Kimse Bilmez parçaları ise sadece düzenlemeyle değil Özçelik’in vokaliyle yeniden doğmuş gibi. O yumuşacık ve pürüzsüz ses Gönül Dağı’nda pürüzlenmiş, dünyanın en güzel sorusu olan ‘Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye’ diye soran Kimse Bilmez’de ise sakince keskinleşmiş.

Kayıtları ve mix'i Erim Arkman tarafından Babajım Stüdyoları'nda canlı hücum kayıt olarak gerçekleştirilen, mastering'ini Bob Katz'in yaptığı albüm Jülide Özçelik’in ilk albümünden sonra geçen bu dört yılda kendini nasıl yenilediğini anlatıyor sanki…

Jazz İstanbul Volume 2, Jülide Özçelik, Kadıköy Müzik

10 Şubat 2012 Cuma

Bir kategoriye ait olmamak benim meselem

(Şubat 2012) Milliyet Sanat


‘Tanrım kötü kullarını sen affetsen ben affetmem, Bütün zalim olanları sen affetsen ben affetmem’ diye başlıyor şarkı. Arabesk adı. Bergen’e ithaf edilmiş. Acılar içinde kıvranıyor sanki Ceyl’an Ertem; ama söylemeye devam ediyor; çünkü yemin etmiş belli ki, unutturmayacak yaşananları.
Hollandalı Barana grubuyla Ertem’in birlikteliğinden doğan albümün; Xenopolis’in hikâyesini özetliyor bu şarkının tavrı… İster alaycı, ister acılı, ister meydan okur gibi anlatsın İstanbul’u, şehrin her köşesine, yaşananları ve yaşanması muhtemel olanları hatırlatarak, sahip çıkıyor.
Ceyl’an Ertem’le Xenopolis’i konuşmak için buluştuk…


Soluk albümünden sonra yaptığımız röportajda İstanbul’un keşmekeşini hatırlatarak ‘Ben burada demlenmeye çalışan biriyim’ demiştiniz. Bu albümdeki vokalinizin çok daha sakin olmasının bir anlamı var mı?
Soluk’ta kendi hikâyelerimi anlatıyordum burada başkalarını canlandırıyorum. O yüzden de daha sakin ve kontrollü…


Nasıl gelişti bu ‘başkalarını canlandırma’ fikri…
Aslında fikir Behsat Üvez ve Steven Kamperman’dan çıktı. Ama benim yüzümden oldu… Benim için ilk başta şaşırtıcıydı. Bütün mevzuları onlar belirlemişlerdi. Depremi, arabeski, yeraltını, Sulukule’yi anlatacaksın dediler… İlk başta korktum, ‘yapabilir miyim bunu’ diye düşündüm. Ama bir gün sonra yazmaya başladım ve İstanbul hakkında ne kadar dolduğumu fark ettim.


Hem dolusunuz hem de çok seviyorsunuz burayı… İstanbullu olmak bu olsa gerek…
Hepimiz İstanbul’da sıkılıyoruz, yoruluyoruz; ama bir yandan da aşığız. Aslında İstanbullu olmak diye bir şey pek kalmadı artık. Ben bir gün dolmuşta çığlık çığlığa kahkahalarımı atarken, bir adam bana ‘bir tane İstanbul var, nasıl böyle gülüyorsun’ dedi. Bir tane İstanbul mu var gerçekten? Ya da İstanbullu olmak artık böyle bir şey mi? Kesinlikle değil. İstanbul’un bu kadar güzel olmasının sebebi de bence bu. Türkiye’nin her tarafından bir sürü insan var, bir sürü renk, ses, tükürük… Çirkinliği de güzelliği de aslında bu kadar farklı yaşayışı barındırıyor olmasından…


Albümde çalan müzisyenler İstanbul’u hiç tanımıyor ya da çok az tanıyor. Nasıl anlattınız onlara bu şehrin tınısını?
Behsat Ağabey tek tek anlattı. Zelzeleyi çalmadan önce, ‘Marmara’da büyük bir deprem olmuştu. Ceylan da o depremzedelerden biri, zelzeleden sonra İstanbul’a taşındı; ama o andan itibaren İstanbul’da büyük bir deprem olacağının haberi yayılmaya başladı’… Arabeski anlatırken Bergen’in yüzüne asit atıldığından ve şimdi hala demir parmaklıklar arasında bir mezarda yatıyor olduğundan bahsetti. Bunları anlattığı zaman eğer o müzisyenler ruhani olarak gerçekten iyi müzisyenlerse bunu çok kolay algılıyorlar. Hemen o ortamı
canlandırabiliyorlar kafalarında. Hollanda’da bir turne yaptık. Konserlerde bizi dinlemeye gelen insanlar da İstanbul’a gelmemiş, belki sadece broşürlerden tanıyordu şehri, onlara da anlattı aynı şekilde…


Biz ne zaman izleyeceğiz konserlerinizi?
Benim oraya gitmem de onların buraya gelmesi de bir mesele. Onların hepsi Hollanda’da şu anda. Bu yıl sonbahara doğru burada da turne yapmak istiyoruz.

‘Cazla geleneksek müziğin bir araya geldiği albüm’ diye tanımlasak Xenopolis’i, ne dersiniz?

Behsat Ağabey Ankaralı ve çok uzun zaman halk müziği icra etmiş. Bundan 30 yıl önce Hollanda’ya gidiyor ve Steven’le tanışıyor. O da çok uzun zaman Türk müziği üzerinde çalışmış biri. Ama biz İstanbul’u anlatıyoruz, bir takım geleneksel tınıları katmamız gerekiyor diye de yapmadık bu işi. Onların diğer albümlerini dinlediğinizde zaten bu renklere rastlarsınız. Onun dışında seçtikleri müzisyenler de çok yerinde. ‘Cazla geleneksek müziğin bir araya geldiği albüm’ diyeceklerine, Hollanda’da caz icra eden müzisyenlerle burada ne icra ettiğini bilmeyen Ceylan Ertem’in bir araya geldiği bir albüm, denilse bile benim için daha iyi. Bir kategoriye ait olmamak benim meselem herhalde. Bunun için uğraşmıyorum tabi ama her şeyin çok özgün olmasından yanayım. Örneğin Arabesk’i tabii ki ben söylediğimde öyle olacaktı, içsel bir şey bu; matematiksel değil.

Bu yüzden mi sizi seçmişler?

Onlar çok araştırma yapmışlar konuyla ilgili. Söz yazıp beste yapacak aynı zamanda bir yere has olmayacak birini arıyorlar. Türkücü değil o ya da bir caz şarkıcısı olmayacak. Çok uzun bir süreçten sonra Myspace’de benim işlerimi dinlemişler ve hemen mail yazmışlar. 2008 yılında biz Behsat Ağabey’le tanıştık buraya geldiler, sözleştik ve proje başladı.


O kadar iyi anlatıyorsunuz ki şehri, duyan İstanbul’un her deliğine girmiş çıkmış biri zanneder sizi…
Fotoğraf çekmem biraz işime yaradı. Taksim’de Tarlabaşı’nın bir sokak ötesinde oturdum kaç yıl. O yüzden bir sokak değiştirdiğimde başıma neler geleceğini çok iyi biliyordum. Sulukule’ye de fotoğraf çekmek için gitmiştim ve böylece oranın başına gelenleri öğrenmiştim. Bunun dışında tabi televizyonda internette görüyoruz öğreniyoruz her yeri. Televizyon izlemiyorum gazete okumuyorum diyenleri hiç anlamıyorum. O zaman işte anlayamazsın, alma bu albümü. Ya da beni dinleme… Ya da al ve öğren de olabilir.

İçinizde ve müziğinizde geçmişi böyle yaşatırken, bugünle nasıl böyle kolayca iç içe geçiyorsunuz?

Ben teknolojiyi çok severim aslında. Ama onların oyuncağı olmamaya çalışırım. Mesela sahnede çok fazla prosesör, elektrikli şey kullanıyorum. Ama yine de geleneksel tavrı seviyorum. Derenin kenarında şarkı söyleyen dedeyi, Hintli ablayı seviyorum. Bugünle ilişki kurarken zorlanıyorum aslında. Çok geriye gitmeye gerek yok 80’lerde doğmuş bir sürü insan da benim gibi zorlanıyordur. Yaşlı biri gibi konuşmak istemiyorum; ama enteresan geliyor yeni nesil.

Nedir onları enteresan yapan?

Biz bir kitap almak için para biriktirirdik. Şimdi kitapları internetten de okuyorsun. Ben Umay Umay’ın bir kitabını buldum geçenlerde. Altını çizmişim 17 yaşındayım. Ama bunu şimdi yapamayacaksın. Bu biraz korkutucu, tavır da korkutucu… Heer şeyi eleştirmek, her şeyi elinin tersiyle itmek. Aslında hiçbir şeyi tam öğrenmemek; ama fikrin varmış gibi davranmak. Umarım şahit olduklarım az bir kitledir.


‘Yeni nesil’den de çok hayranınız var üstelik…
Ben 2006’dan beri albümü olan biriyim. 2006 yılında beni dinleyen birinin yazdığı bir maille, şimdi atılan bir mail birbirinden o kadar farklı ki… Yazı dili, soruların basitliği… Facebook’ta arkadaşım olduğu için gerçekten arkadaşım olduğunu düşünen insanlar var. Oysa ki biz arkadaş değiliz. Erkan Oğur’un cep telefonu bende kayıtlıdır. Ama ben hiçbir zaman ‘naber’ diye mesaj atmam. Saygının seviyelerinin değiştiğini görüyorum bunlar beni çok korkutuyor. Çok fazla şeyi aynı anda yapıyorsunuz. Müziğin yanı sıra, video kurguluyor, fotoğraf çekiyor, metinler yazıyorsunuz… Bu doyumsuzluk, sürekli bir şey yapma isteği… Onun dışında, eğer burçlar doğruysa, oğlak burcunun sıkı çalışkanlığından olabilir. Video kurgusu yaparken çok eğleniyorum. Müziğe ara verdiğimde o işi yapıyorum. Şimdi Hollanda’nın kurgusunu yapıyorum örneğin. Bir yandan da ikinci albümün çalışmalarına başladık. Heralde o da üç ay içinde çıkacak…

Facebook profilinizden ‘sadece aşk şarkılarından oluşan bir albüm yapsam nasıl olur’ diye sormuştunuz dinleyicilerinize geçen yıl. Yaptınız mı?

Aslında çok isterdim sadece aşk şarkılarının yazılı olduğu bir albüm okumayı; ama o kadar çok şey var ki hayatta… Birkaç tane aşktan bahseden şarkı var aslında albümde. Müzisyen arkadaşlarım benimle çok alay ediyordu, Ceylan sen aşk şarkısı yazamıyorsun diye. Ama seviyorum Müzeyyen Senar, Sezen Aksu’nun o korkunç aşk acıları çekmiş şarkılarını… Anlatılanları yaşamışım gibi içleniyorum…

Nasıl bir albüm olacak?

Soluk’a çok benzemeyecek çünkü tek bir sound’u olacak. Yine 12-13 parça olacak. Bu albümü sahnede birlikte çaldığımız arkadaşlarımla kaydedeceğiz. En fazla 10 müsieyen olacak içinde. Tek bir orkestradan çıkacak şarkılar…

Henüz 1984 vari bir tehlike görmüyorum


10.02.2012 (Taraf)


“Belden aşağı çalmayacağız; nazik olacağız” demişti konserden önce. İki saat kaldığı sahnede sözünde durdu Alp Ersönmez (bas) zira zarafetle muzipliğin bir araya geldiği bu müzik ancak tatlı bir nezaketle taşınabiliyordu.
Hava çok soğuktu. Herhalde bu yüzden beş yakışıklı müzisyen; İmer Demirer (trompet), Engin Recepoğulları (tenor saksofon), Can Çankaya (klavyeler), Ediz Hafızoğlu (davul) sahneye çıktığında Babylon’un alt katında toplasan 10 kişi vardı. “Geçen hafta Kuruçeşme Arena’da çaldık, insanlar bize doydu da o yüzden bu akşam gelmemişler” dedi ve güldü Ersönmez.  Gecenin ortasına doğru kalabalıklaşan izleyici o gülümsemeyi daha ‘gerçek’ yaptı.
Yakında albüm olarak elimizde tutabileceğimiz ‘Alp Ersönmez feat.  İmer Demirer’ projesi  her seferinde yenilenen sesiyle önceki gece Babylon’daki izleyiciye kendisini şanslı hissettirdi. Bir de bol bol dans ettirdi.
Ondan önce, aşağıdaki röportajı ayarlamak için Ersönmez’i aradım. ‘Nasılsınız’ soruma ‘pek iyi değil’ diye cevap verdi. Röportaj biz henüz buluşmadan başlamış oldu…

Neden ‘pek iyi değil’siniz?Memlekette bitmiyor ki olay. Her gün bir şok haber var. Ve insanın özel hayatında da şok haberler olabiliyor bazen. Hayat ya işte… Mutedil…

Sanatçıyı daha mı çok etkiliyor bu dünya hali?Sanmıyorum. Tamamen yapı meselesi bence. İdeal olan saf yeteneğin akılla bilgi ve tecrübeyle besleniyor olması ama olmak zorunda da değil. Saf yeteneğe sahip çok salak insanların da harika sanat eserleri ortaya koyabildiklerini biliyoruz.

Son zamanlarda müzisyenlerin epey politize olduğunu düşünüyorum. Size de öyle geliyor mu?
Şu an herkes çok politize, sırf sanatçılar değil ki… Herkes bir şekilde ucundan tutuyor bu işin çünkü bir şeyler değişiyor. 80’li yıllarla beraber Türkiye daha açık bir ülke olmaya doğru yol aldı; ama bu olurken de üç kez darbe yemiş bir ülke olarak, ‘aman bir süre politik bir durumumuz olmasın’ diye yaşadı insanlar, devlet de böyle dayattı. Ama şimdi internet, cep telefonu, tweet’ler, Facebook insanlarla dünya arasında daha net bir köprü kurdu.  

İçişleri Bakanı’nın sanatçıları hedef gösteren o konuşmasını hazırlayan ortam da bu galiba. Kendinizi baskı altında hissediyor musunuz?
Herkes gibi sanatçılar da baskı altında hissediyor kendini. TRT Caz Orkestrası neredeyse lağv ediliyor. 1984 vari bir tehlike henüz görmüyorum; ama çoğunluğun her zaman haklı olmadığını hatırlamak lazım. Çoğunluk yapı olarak eğitilmesi gereken bir kitledir. Çoğunluk ortalamadır. Bütün dünyanın muhafazakârlaşıyor. Bunu oturup bir düşünmek lazım. Herkes kendine dönüyor, aman hiçbir şeye bulaşmayayım diyor.
Geçen yıl çıkan Yazısız albümü nasıl gitti? İlgi sizi tatmin etti mi?Albümün gördüğü ilgiden çok memnunum. Çok sevildi.  Kampüste caz konserleri çok iyi geçti. Hayatında hiç caz dinlememiş insanlar konserlere geldi ve çok beğendi. 

Son dönemde memlekette caz sevgisi arttı sanki. Daha çok albüm geliyor, dinleyici ve basın caza daha çok sahip çıkıyor…Şu an sadece müzik teknoloji bölümünün açık kaldığı Bilgi Üniversitesi’nin büyük etkisi var bunda… Albümü çıkan insanlara baktığınızda çok büyük bir yüzdenin bir şekilde orayla bağının olduğunu görürsünüz. Okulun o dönemdeki yöneticilerinin tarif edilemez bir faydası var. Bunun yanında Nardis Jazz Club’ın büyük etkisi oldu. Çünkü her gün canlı müzik yapılan bir alan doğdu. Bestelerini yapıyorsun, albümün yok; ama çalabiliyorsun orada, kendini ifade edebiliyorsun. Üçüncü neden olarak da, ince beğeni gerektirmeyen müziklerden sıkılan insanlar için rahat bir nefes ortamı sağlandı. O yüzden de dinleyici ve basın bizi sahiplendi.