30 Eylül 2013 Pazartesi

‘Olanları hayal bile edemezdim’

Birgün (28.09.2013)


23. Akbank Caz Festivali, en önemli konuklarından birini bu akşam ağırlıyor. İngiltere cazının kendine has dilini yaratmayı başarmış emektar isimlerinden John Surman, saat 18.00’da Cemal Reşit Rey konser salonunda olacak. 
1960’lardan günümüze uzanan kariyerinde farklı enstümanlara olan ilgisiyle de dikkat çeken sanatçıyla konserinden önce konuşma fırsatı bulduk.

Bir röportajınızda “Bariton saksofon bir arazide yol alan iki katlı otobüsün tüm kıvraklığına sahip” diyorsunuz. Bu enstrümanla nasıl tanıştınız?
Aslında bu benim cümlem değil. Bir eleştirmene ait. Bariton saksafon çok büyük ama aynı zamanda aralığı da çok geniş. Onu ilk gördüğümde, inanın, ne olduğuyla ilgili en ufak bir fikrim yoktu. Sadece görünüşünü sevdim ve satın aldım. Daha sonra sesinin de ne kadar güzel olduğunu fark ettim ve onu çalmayı her zaman çok sevdim.

Cazla ilk karşılaşmanız da böyle tesadüfi mi?
9-13 yaşları arasında kilise korosundaydım. Ama koroda sadece erkekler vardı ve ben soprano sesleri yalnızca futbol tezahüratlarında duyuyordum. Bir ikinci el dükkânında klarnet buldum. Daha sonra radyoda caz dinlemeye başladım.

‘Tek’ sizin için asla yeterli değil, değil mi?
Kesinlikle öyle. Ama 1900’lere, cazın başlangıcına bakarsanız, onun aslında farklı müziklerin karışımı olduğunu görürsünüz. Türk müziği gibi… Bandolar, Affrika müziği, bir tutam İspanya, Country-folk müzik, Krio müziği... Caz bir çeşit dünya müziği olarak başladı. Bugün gelinen noktada ise aynı yere geri döndü.

‘Geri döndü’ de pek kolay olmadı… Örneğin siz elektroniklere ve synthesizer’a ilgi duymaya başladığınızda, ‘Gerçek caz akustik olur’ görüşü hakimdi. Çok eleştirildiniz…
O eleştirenlere caz polisi diyordum… Ve ben gözaltındaydım. Her zaman değişik enstrümanlara ve farklı türlere meraklı oldum. Synthesizer’ın bu müzik içinde nasıl tınlayacağını merak ettim ve bir tane aldım. Enstrümanın sunduğu imkânları sevdim. Çıkarabileceğim birçok ilginç ses vardı. Aynı zamanda sıkıcı ve saçma sesler, öngörülebilir bir gürültü de elde edebiliyordunuz. Kesinlikle bunlar da ilgimi çekiyordu.

Geçen yıl çıkardığınız Saltash Bells, uzun zaman sonra kaydettiğiniz ilk solo albüm. Nedir bu ‘mola’nın sebebi?
90’lardan sonra solo kayıt yapmadım çünkü farklı enstrümanları araştırıyordum. Yaylılar örneğin…

Kayıtlarınızda klasik müzik sanatçılarına bile doğaçlama çaldırıyorsunuz. Bu deneyimi anlatır mısınız?
Klasik müzikçiler genelde, başka birinin yazdığı bir eseri çalarken mükemmelliğin peşine düşüyor. Eğer bir orkestra içindeki bir kemansan, senin görevin tam olarak yanında oturanla aynı sesi çıkarmaktır. Kendin olmak ürkütücüdür. Bir çoğu bu nedenle endişeleniyor. Fakat onların eline normalde kendilerine ait olmayan bir enstrümanı veriyorum. Bir piyanistin eline flüt verince hata yapmaktan daha az korkuyor. Doğaçlamacılar için en büyük problem hata yapmaktan korkmak. Eğer bu işi yapacaksanız kafanızdan hata korkusunu atmanız gerekiyor. Mükemmeliyetçi olmak işe yaramaz. Eğer mükemmel çalıyorsanız doğaçlama yapıyor olamazsınız.

Çeşitli grupların hem lideri hem de elemanı olarak çaldınız. İyi bir grup lideri nasıl olur?
Bu çok zor bir soru. Çünkü ben çok iyi müzisyenlerle çalıştım. Gil Evans mesela, muhteşem bir liderdi. Ve hala tam olarak ne yapıp herkesin muhteşem çalmasını sağladığıyla ilgili bir fikrim yok. Müzisyenlerin ona büyük bir saygısı vardı. Aynı zamanda müzisyenlerden gelen tekliflere de açıktı.

Orta doğu müziklerine ilginiz malum. Ne katıyor caz sahnesine bu coğrafya?
1963’te bir öğrenci olarak İstanbul’a geldim. 20’li yaşların başındaydım. Daha önce hiç duymadığım inanılmaz bir müzik geldi kulağıma: Folk. O yıllarda Orta Doğu müziklerinin gramofon kayıtlarına ulaşmak neredeyse imkânsızdı. Elbette dünyanın her yerindeki folk müzik ve mükemmel doğaçlamalar var. Birbirlerine çok benziyorlar. Çalma şekilleri de çok ilgi çekici. Klasik müzik, Türk müziği, Mısır müziği hepsi arasında o kadar çok ortak yön var ki… Bunları öğrenmek çok önemli.

İlk kaydınızı 1969’da yaptınız. Yeni albümünüz geçen yıl çıktı. Bu zaman içinde hayalleriniz gerçek oldu mu? Müzikten tam olarak istediğinizi aldınız mı?
1969’da, tüm bu olanları hayal bile edemezdim. Belki ‘çeyreği’ aklımdan geçebilirdi. O günlerde hayal ettiklerimin kat be kat üstünü aldım.


Uzun yıllardır kayıtlarınız ECM’den çıkıyor.Bu büyük bağımsız plak şirketinin caza en büyük katkısı nedir sizce?
1070 ve 80’ler caz için çok zor zamanlardı. 60’larda caz çok daha popülerdi. Daha sonra o yıllardaki büyük yıldızlar aramızdan ayrıldı. Karanlık döneme girildi. ‘Caz devam edecek mi, bitecek mi?’ türünden tartışmalar yapılıyordu. Blue Note gibi büyük şirketler o dönemde sektörden elini eteğini çekmişti… İşte bu dönemde ECM’in Avrupa’da çıkardığı albümler çok önemlidir.

**Fotoğraf: Tim Dickeson

27 Eylül 2013 Cuma

‘Birbirimize hava atmaya gerek duymuyoruz’

Birgün (27.09.2013)

Fransız şansonlarının romantizmi üzerinde bir el gibi dolanan İtalyan trompetçinin sesi, onları sarıp sarmalayan İskandinav melankolisi… İtalyan trompetçi Paolo Fresu, Fransız akordeon sanatçısı Richard Galliano ve İsveçli piyanist Jan Lundgren’in 2008’de kaydettiği albümün adı Mare Nostrum, Romalıların Akdeniz’e verdiği isim: Bizim deniz. 
Proje, müzik sahnesinde duymaya aşina olduğumuz şekilde ‘kültürler ve türler arası geçişlilikten besleniyor’. Ancak Mare Nostrum, benzer bir çok albümün ‘sesleri alıp çorba yapalım’ şeklindeki tutumuna inat, ilham aldığı tür ve müzikleri hazmedip, tek, yeni ve doğal bir ses çıkarıyor. Bu ‘zor zanaat’i anlamanın en kolay yolu ekibi yarın Akbank Caz festivali kapsamında 20.30’da Cemal Reşit Rey konser salonunda izlemek. Ancak ondan önce projenin alâmetifârikasını yaratıcısından okumak isterseniz, doğru yerdesiniz. Piyanist Jan Lundgren’le konuştuk.

Ülkenizde tanınan bir tenisçiyken, o defteri kapatıp tamamen müziğe döndünüz. Nasıl verdiniz bu kararı?
Müziğe olan ilgim tenise olandan çok daha fazla büyümüştü. Aynı zamanda en yüksek kalibrede bir tenisçi olamayacağımı düşünüyordum. Yeterince iyi değildim. Profesyonel bir tenisçi olmak için büyük bir yetenek ve istek gerekiyor. Karar vermem zor olmadı yani. Aynı zamanda doğaçlamayı keşfetmiştim. Aşık olmak gibiydi…

Caz size özgürlük mü vaat etti?
Özgürlükten bahsedeceksek, müzik bir dil gibi. 15 yaşındayken cazı keşfettim. Daha önce hiç duymamıştım. Beni aşık eden bir keşifti bu. Daha önce anlamıyordum, çünkü tanımıyordum. Ama duyduğum en güzel şeydi. Kodları yıkan bir doğaçlama caz dili… Sanki bambaşka bir ülkeye gitmişim, orada aşık olmuşum ve dillerini konuşamıyormuşum…

Doğaçlamanın en hassas noktası nedir sizce?
Müziği anlamak hayat boyu süren bir yolculuk. Kendi dilinizi yaratmalısınız, ama başkaları da bunu öğrenebilmeli. Yetenek yolda karşılaştığınız zorlukları aşmanıza yardım eder. Ama duygu ve tutku yetenekten daha önemli. Tutku olmadan öğrenmeye devam edemezsiniz…

İsveçli bir müzisyen olarak Akdenizli bir projeye dahil olmak sizi zorladı mı?
Mare Nostrum Roman dilinde ‘Bizim denizimiz’ demek. Benim içinse ‘Herkesin denizleri, bütün denizler’ anlamına geliyor. Bu proje benim için İsveçli köklerimi, Paolo (Fresu) için İtalyan, Richard (Galliano) için Fransız köklerini anlatıyor… Müziğin içinde İskandinavya’yı, İsveç’i ve melankoliyi duymak mümkün…

Müzikte çok kültürlülüğe yönelme isteğiniz nasıl gelişti?

Doğal şekilde gerçekleşiyor. Zaman içinde gelişiyor. Kültürler, ülkeler arasındaki köprüler her zaman ilgimi çekmiştir. Bu müzikte de çok önemli. Dünyanın nasıl olabileceği konusunda bir model.

Eleştirmenler Mare Nostrum birlikteliğini ‘güven’ ve ‘uyum’ kelimeleriyle anlatıyor. Siz nasıl tarif ediyorsunuz?

Evet, birbirimize güvenimiz sonsuz. Ayrıca büyük saygı duyuyoruz. En önemlisi ise birbirimize hava atmaya gerek duymamamız. Müzikle iletişime geçmek son derece özgür bir alana sahip olmanızı sağlıyor. Burada yine dile benzetebiliriz. Üçümüzde farklı diller konuşuyoruz ama anlaşabiliyoruz.






26 Eylül 2013 Perşembe

Top benim diye santrafor olacak değilim


Birgün (26.09.2013)



Türkiye’de son yıllarda müziği omuzlanarak sesini yükselten ve ‘genç nesil’ diye adlandırılan caz müzisyenlerden biri o. Bestelerindeki kendine has tavrını ve derinliğini ilk albümünde dahi bize duyurmayı başarmıştı. Saksafon sanatçısı ve besteci Tamer Temel’in ikinci albümü ‘Bir Kedi Kara’nın dinleyiciyi heyecanlandırması için bu bile yeterliydi. Temel’e Serkan Özyılmaz (piyano), Volkan Topakoğlu (kontrbas), Eylül Biçer (gitar), Cem Aksel (davul) ve Kenny Wollesen’in (vibrafon) eşlik ettiği albümdeki dinledikçe anlamlanan, katman katman açılan, ustalıkla örülen sesi duyunca heyecanımız katlandı. Tamer Temel’le 26 Eylül’de Akbank Sanat’ta Akbank Caz Festivali kapmasında canlı canlı dinleme fırsatı bulabileceğimiz bu ‘ses’i konuştuk…



Sessiz sesiz ilerliyorsun. Yoğun bir tanıtım faaliyeti yürütmüyor, sosyal medyayı bunun için kullanmıyorsun. İşler bu devirde böyle yürümüyor. Bu sadeliğinin sebebi nedir?
Bu çok bilinçli bir tercih değil. Ben her zaman ‘aman fazla olmasın, insanları sıkmasın, tacize varmasın, gereksiz bir gösteriş olmasın’ diye sadeleştirmeye çalışıyorum. Öte yandan çok dışa dönük biri değilim. En çok çekindiğim şeylerden biri de hak etmediğim ilgiyi görmek, çok büyük bir şey yapmışım da paylaşıyorum gibi görünmek istemiyorum. Çok bir şey de yapmıyorum. Elimden geleni yapıyorum.

Aynı sadelik müziğine de yansıyor. Nota bolluğuna girmeden yalın besteler yapıyorsun… Benzer bir kaynaktan mı geliyor bu tavır?
Belki… Çalarken de beste yaparken de mümkün olduğu kadar sadeleşmesine ve gereksiz gevezelikten temizlenmesine çalışıyorum. O yüzden çok uğraşıyorum parçaların üzerinde. Solo çalarken de buna dikkat ediyorum. Albümde öne çıkan, şovunu yapan kimse yok; ben de dahil… Top benim diye santrafor olacak değilim. Kaleye de geçmek lazım arada… İnsanların saksofoncuyu, davulcuyu ya da basçıyı değil müziği dinlemesini istiyorum. Mesela, haddim değil ama, güzel bir sonat ya da senfoni dinlerken ‘aman kemancı ne güzel çaldı’ demiyoruz. ‘Ne güzel bir eser’ diyoruz. Ben de müziğin öyle algılanmasını istemiyorum. Caz ve klasik arasında gelip giden bir müzik benimki. O yüzden enstrümanın öne çıkması, birinin şovunu yapması gibi bir şey yok. Müziğe ne hizmet ediyorsa onu yapmaya gayret ediyorum.

Aksi olduğunda ortaya ne çıkıyor?
Birincisi, insan bir ‘kartvizit albümü’ yapmış olabilir, yani ‘kendimi göstereyim, ne kadar da çok çalıştım’ diyebilir. İkincisi hepimizin düştüğü bir hata olan müzikal mastürbasyon… Çok çalmak bunu getirebiliyor bazen. Bundan kaçınmaya çalışıyorum. Ama ne kadar kaçınmışım bunu zaman gösterecek. Öte yandan, aranan şovsa, aslında albümde var. Cem Aksel ve Serkan’ı dinlerlerse ne demek istediğimi anlayacaklar. Büyük bir ustalık var ortada.
Albümü ithaf ettiğin Ece Ayhan’la kurduğun bağı nasıl tarif edersin?
Çok sevdiğim, sanat anlayışı beni çok etkilemiş biri. İkinci Yeni tamamen öyle aslında ama Ece Ayhan’ın bir de sosyal hayatında da çok ciddi bir duruşu var. Mülksüzlüğü seçmesi, kaba solculuğa verdiği büyük cevaplar... ‘Orta İkiden Ayrılan Çocuklar İçin Şiirler’ mesela, aslında daha solcu bir şiir yoktur; ama bakıyorsun insanlar onu solcu olmamakla kapalı şiir yazmakla eleştiriyor. Ve en önemli dönemde, 70’lerin başında böyle bir şiir yazarak, sanat anlayışı ortaya koyan ve yaşayışına da bunu yansıtan biri. İzmir’de Gülçeşme’de huzurevinde öldü. Türk edebiyatının en büyük isimlerinden olan ama hayatını öyle yaşamayan biri… Sadece şiirleri değil, yazıları ve röportajlarıyla da beni çok etkilemiştir. Albüm yapmak kulüplerde çalmak gibi değil. Orada ne gerekiyorsa onu yapmak zorunda kalıyorsun. Geçimini sağlamak zorundasın. Ama albüm yapmayı hiçbir güdüyü hesaplamadan, sadece kendi müziğimi ve sanat anlayışımı ortaya koymak olarak algılıyorum. Bunu yaparken de bu insanların hareketleri, konuşmaları çok önemli bir noktada duruyor benim için. Çok düşündüm, albümü Ece Ayhan’a ithaf edeyim mi, Bir Kedi Kara parçasını koyayım mı diye… Çünkü çok hoşuma giden bir şey değil böyle şeyleri açıklamak. Ama sonra vazgeçtim. ‘Kedi kara’ metaforu benim için çok özel… Sadece tını olarak bile kulağa güzel gelen bir şey…

Müziğiyle ön plana çıkan, ‘atonal’ diye nitelenen ve çağrışımlarıyla doğaçlama hissi yaratan bir şiir Bakışsız Bir Kedi Kara… Şiirin kendi sesine de kulak verdin mi besteyi yaparken?
Şiirin birebir bestelenmiş hali değil bu. Sadece metafor olarak aldım, ama sadece ‘isim olsun’ diye de değil… İlhan Usmanbaş’ın Bakışsız Bir Kedi Kara’yı direkt bestelediği güzel bir eseri var. Bense o şiiri okuduğunuzda sizde yaptığı etkiyi müzik olarak anlatmaya çalıştım.

İlk albümde de Turgut Uyar’ın ‘Büyük Saat’ine selam veren bir parça vardı… Edebiyat derinleşmek için yardım aldığın bir alan mı?
Turgut Uyar da benim için –ve hepimiz için- çok önemli bir isim. Böyle ufak göndermeleri seviyorum. Zaten hak ettikleri ilgiyi görmemişler kıyıda kalmış bir çoğu…  Ayrıca hayatı yaşarken de bazı referanslar alıyorum. Her şeyi tek başına keşfetmeye çalışmak imkânsız. Bir sürü güzel insanı kertelez gibi belirleyip, yol çizmeye çalışmak önemli.

Bir Kedi Kara’nın ilk albümden en belirgin farkı yazılı materyalin daha çok olması. Bestelerin çerçeveleri senin tarafından daha net çizilmiş. Duygu yoğunluğu bu kadar yüksek ve lirik besteleri müzisyenlere senin hissettiğin gibi çaldırmak zor olmadı mı?

Çok yazılı materyal var tabi müzikte, ama işi kolaylaştıran en önemli şey müzisyen seçimi. Bu albümdeki seçimler, bu tür bir müziği daha iyi ortaya çıkaracağını düşündüğüm insanlardı. Özellikle Cem Aksel’e ve Serkan’a bir şey anlatmak zorunda kalmadım. Hem tecrübeleri hem de kalibreleri ile  yazılı müziğin ne anlatmaya çalıştığını kolayca anlayabilecek kişiler. Genç arkadaşlar, Volkan ve Eylül de son derece başarılı. Tam olarak aklımdaki şey ortaya çıkmadığını söylediğimde de bunu bir kişilik meselesi haline getirmeyecek insanlar. Wollesen de dahil…

Çok önemli bir davulcu Keny Wollesen… Nasıl bir araya geldiniz?
İstanbul’da bir Sarp Maden konserinde… Maden onu da beni de sahneye çağırdı. Beraber çaldık. Daha sonra Türkiye’ye her geldiğinde haberleştik, benim konserlerde çaldı. Bu yıl ocak ayında biz tam stüdyoda olduğumuz tarihlerde tekrar geldi. Albümde çalmasını teklif ettim, kabul etti. Ancak davulcumuz belliydi. Wollesen, 20 yıldır hayranı olduğum bir davulcudur. Vibrafon da çaldığını biliyordum… ‘Ne yaparız’ diye düşünürken, vibrafon çalmak ister misin dedim. Birkaç parçayı ona gönderdim, bir ay sonra da geldi ve çaldı.

‘İnsanlar İkiye Ayrılır’ diye bir parça var albümde. Nedir bu iki şey?

Böyle olduğunu düşündüğüm için değil, bu düşünceye vurgu yapmak için kullandım o ifadeyi. Kayıttan bir hafta önce, Roboski için yaptım parçayı. Oradaki en önemli nokta ‘öteki’ kavramı. Türk, Kürt, doğu, batı üzerine düşünürken yaptığımız en büyük hata, insanların kendilerini tanımladıktan hemen sonra öyle tanımlamayanları söylemeleri. Buradan çıkıyor bütün problemler. Savaş var. Savaşta ikiye ayrılıyor insanlar. Ölüler ve diriler. Ölenler, ölenlere seyirci kalanlar. 
Sadece adli olay olarak bile insanın içini yakan bir şey Roboski. Savaş denen şeyin korkunçluğu ortada, bu üzerine bir korkunçluk daha ekliyor. Öte yandan çok çirkin tartışmalara konu oldu Roboski. Sanki savaş içinde ölselerdi bir sorun yoktu ama sivil olarak ölmeleri sorun oldu. Bir kısım insan bunun üzerinden siyaset yapmaya çalıştı. 
Aslında tüm dünya savaş denen karanlığın içinde. Ama bu kirli şeyin içinde sadece geçimini sağlamak için insanların ölmesi ve hâlâ o ailelerin acı çekiyor olması simgesel hale geldi. 
İlk albümde de Bağdat vardı; çünkü öyle bir süreç yaşandı gözlerimizle bir şeylerin bombalanmasını yok edilmesini gördük, izledik. Duygusal olarak inanılmaz ağır bir şey.

İlk albümün kayıtlarını Barselona’da yapmıştın. Bu sefer Türkiye’de gönlüne göre bir stüdyo bulmuşsun…

Yine mümkündü yurt dışına gitmek ama artık burada bir şeyleri çözmemiz lazım. Ben kayıttan bir buçuk sene önce araştırma yapmaya başlamıştım. A.K. Müzik beni Can Karadoğan’la tanıştırdı. Kayıt eğer güzel olduysa onun başarısıdır. Çünkü çok anlayışlı, karşısındakinin ne istediğini çok iyi dinleyen biri. Müthiş bir şey çıkardı ortaya. Biz de böylece Türkiye’de, sevdiğimiz, dinlemeye alışık olduğumuz bir kayıt nasıl yapılır, öğrenmiş olduk. Ayrıca Türkiye’de piyanosu olan çok fazla stüdyo yok. Ama MİAM’ı seçmemizin sebebi sadece piyano değil; Can Karadoğan.

Albümü rafa koyar koymaz yenileri için çalışmaya başladığına eminim…

Evet üç tane heyecanlandığımız proje var. Bir tanesi benim iki tanesi ortak yapım. Bir tanesinde bu sefer cidden edebiyat var. Çok sevdiğim bir şair arkadaşımla beraber bir şeyler yapacağız. Daha zamanı var tabii bunların.

Tamer Temel

Bir Kedi Kara
A.K. Müzik


17 Eylül 2013 Salı

Karaköy’ü kullanma kılavuzu

Birgün (17.09.2013)




Hayatı bizim kurallarımız yönetiyor! Kesin bilgi. Karaköy keşmekeşinde doğrulandı. Gözlerinizle görmek için Tophane’deki Antrepo no.3’ü ziyaret etmek yeterli.
İspanya’nın Bask bölgesinde yaşayan ve 13. İstanbul Bienali kapsamında İstanbul’da ağırladığımız sanatçı Maider Lopez, Karaköy’e dokuz tane kamera yerleştirdi. İki saat boyunca yayaların karşıdan karşıya geçme çabalarını görüntüledi. Bireylerin yazılı kuralları değil, kendi oluşturduğu yol haritalarını izlediğini gösteren kayıtlar ‘Yollar Açmak’ isimli video işine dönüştü. Bienalin temasına uygun şekilde ‘Kamusal alan’ kavramını sorgulayan sanatçı Karaköy’de karşıdan karşıya geçmenin kurallarını da 10 maddede özetledi. 'Bu sadece bir semtin değil, Türkiye'nin öyküsü' diyen Maider Lopez’le konuştuk…
Neden Karaköy’ü seçtiniz?
Bienal projesi üzerine düşünmek için İstanbul’a bir yıl önce geldim. Fark ettiğim ilk şey farklı insanların farklı nedenlerle Karaköy’de buluşması oldu. Gazeteciler geliyor, vapurlar yolcu indiriyor, Asya’dan, Galata’dan insanlar toplanıyor. Herkesi birleştiren bir nokta…  Daha sonra ise kafamda ‘Burada karşıdan karşıya nasıl geçerim?’ sorusu belirdi. Bir kullanma kılavuzuna ihtiyacım vardı. Yabancı birinin burada aklı karışıyor, nasıl hareket edeceğini bilemiyor. Ardından, fark ettim ki, sizler, aslında karmaşa gibi görünen kurallar koyarak, buradaki yaşamı sürdürüyorsunuz. Ve bu durum yalnızca Karaköy’de değil, kentin pek çok yerinde yaşanıyor.

Peki ya sizin ülkenizde nasıl oluyor bu işler? 

Ülkemde böyle bir şey yok. Herkesin takip ettiği bir kurallar bütünü var. Aslında Türkiye’ye özgü bir şey bu. Sizin bile fark etmediğiniz şekilde kültürünüzün parçası. Siz gerçekten kamusal alanın keyfini çıkarmak için kenti ve hayatı dönüştürüyorsunuz. Kendinize ait yollar yaratıyor, kendi kurallarınızı koruyorsunuz.

İktidar eliyle kurulan ve yine iktidar tarafından sosyal ve ekonomik yapısı belirlenen bir alanda, ‘insanların yaratması’ndan kastınız tam olarak nedir?
Devlet Karaköy’ü 1960’larda yayalardan aldı, arabalara verdi. Yayalara ‘alt geçitlerden geçin’ dendi. Fakat insanlar, inat ettiler, altgeçitleri değil yolları kullandılar. İnsanlar, toplu taşıma araçları ve arabalar birlikte yaşamaya başladı. Bu birbirini anlamanın bir yolu, hatta birlikte yaşamaya dair bir şifre.

Kamusal alanı devlet kontrolünün olmadığı ve bireylerin kolektif biçimde kendi kurallarını koyduğu bir yer olarak tanımlıyorsanız, Karaköy’ün gerçek bir kamusal alan olduğunu söyleyebilir miyiz?
Elbette. Kamusal alan tamamıyla bireylerin yarattığı bir yerdir. Orası yalnızca bir mekân olarak değerlendirilemez. İnsanların nasıl etkileşime geçtiği, birbirleriyle ve o alanla nasıl bağ kurdukları da önemli. Bu projede insanların bir kamusal alan yaratma kapasitelerine ve mekânı nasıl kullandıklarına vurgu yapmaya çalıştım. Kamusal alan bize nasıl davranmamız gerektiğini söyleyen bir simgedir. Geçecek miyim duracak mıyım, bankta oturacak mıyım oturmayacak mıyım, oraya doğru yürüyecek miyim, çimlere basacak mıyım basmayacak mıyım… Burada vurgu yaptığım şey insanların bu kamusal alanı yaratmaları ve kendilerince tarif etmeleri.
Bu güne kadar ürettiğiniz tüm işlerinizde bu kavrama odaklandınız. Benzer şeyleri çok farklı şekillerde söylediniz. Peki kavram sizin sanatınızın kendisini nasıl dönüştürdü?
Bu ilgi beni sokaklara götürdü. Çünkü bence kamusal alan tüm bunların olmasına izin veren alandır. İnsanlara kendi yollarını yaratma gücü veren yerdir. İşlerim önce içeride sergi salonlarında başladı. Sonra dışarı çıktım. Dışarıda insan ve mekân ilişkileriyle ilgilendim.
Bu kurallar belli ki yalnızca karşıdan karşıya geçmek için yazılmadı. Sosyal yaşamın her alanında uygulanabilir görünüyor…
Ben size bunlar devrim yapmanın kuralları diyemem. Ama elbette bunlar, politikaya ve hayata, yani ‘büyük resme’ uygulanabilecek bir metafor. Bu kurallar hem Gezi Parkı’nın hem de babaannenle iyi ilişki kurmanın anahtarı olabilir.

Bienal kapsamında sergilenen ‘Traffic Jam’ isimli işiniz için ise 2005’te yemyeşil dağlık bir arazide, yüzlerce otomobili buluşturdunuz…

Önce insanlara gazete ve radyolar aracılığıyla ulaşıp, arabalarıyla, ‘dağlara’ gelmeleri için çağrı yaptık. Orada bir trafik yarattık. Çünkü trafik, her gün yaşadığımız ve nefret ettiğimiz bir şey. Bu durumu bağlamından koparıp, gerçeklikten uzaklaştırdık, durumun absürtlüğüne vurgu yaptık.  Öte yandan, herkesin oraya gelme nedeni başkaydı. Mesela kimisi arabanın bu kadar yaygın kullanımına karşıydı, fakat bir başkası, arabasıyla gurur duyduğu ve onu göstermek istediği için geldi. Burada tamamen başka fikirlerden insanların aynı şey için ortak hareket edebileceğini gösteriyordu. Birbirleriyle etkileşim içine girdiler. Bir kamusal alan yarattık ve farklı yollar önerdik.

Bienal izleyiciyle eserler arasında nasıl bir ilişki kuruyor?
Bienal genel olarak kamusal alanda yaşayan insanlara, değiştirme potansiyeli taşıyan ve kırılgan zeminlerde duran bireylere (‘barbar’lara) odaklanıyor. Sergilenen işler, kamusal alanı tekrar düşünebilmek için, ona farklı açılardan bakmaya ve özneyi yeniden inşa etmeye çağırıyor. Gordon Mata-Clark, Jiri Kovanda ve Guillaume Bijl’e ait eserlerin özellikle ilgimi çektiğini söyleyebilirim.


İŞTE 10 ALTIN KURAL 


+Varış noktasını gözünde canlandır ve bir plan yap.
+Yöntem işe yaramadığında yeni rotalar yarat.
+Ana adapte ol ve planın değişmesine müsaade et.
+Doğru anı yakala.
+Karar ver ve kararına sadık kal.
+Doğru olmadığı ortaya çıkarsa geri dön ama yolun ortasında duraklama.
+Göz kontağı kur.
+Eğer şüphe duyuyorsan ne yaptığını biliyormuş gibi görünen birini takip et.
+Bir kez grup oluştuktan sonra harekete geçmek daha kolaydır.
+Kendiliğinden örgütlenme kolektif yollar yaratır.