21.08.2011 (Taraf)
We Must Become the Pitiless Censors of Ourselves
John Maus
Upset the Rhythm
Her hafta, Kayıt Altı’nda tanıttığımız albümlerden en az biri kapitalizm ve onun yaşam biçimine sert eleştirilerde bulunuyor. Eleştirinin ve kabulün, daha pek çok kavramın birbiri içine girdiğini her fırsatta söylediğimiz, sanatın; özellikle müziğin politikadan uzaklaştığını düşündüğümüz bir dönem için oldukça şaşırtıcı değil mi? Üstelik bu albümler “batı” diye tarif ettiğimiz yerin göbeğinde imal edilip, bu güne kadar politik müzik namına bol bol marş dinlemiş bir coğrafya olan Türkiye’ye mamul olarak sunuluyor...
Müziğin hem eleştirel bir bakış açısıyla ele alındığına ve hatta sistem eleştirisi için araçsallaştığına tanık oluyoruz. Belki de, sanatçılar bize anlatıldığı, egemen medyaya yansıdığı kadar, politikadan uzak değillerdir dedirten bir albüm daha var elimizde. John Maus’un üçüncü albümü. Kendini adından belli eden albüm, bizlere “gerçek değilsiniz, kendinizin sansürlerisiniz” diyecek kadar sert, bir o kadar da kolay dinlenebilir. 1980’lerin synth-pop’undan izler taşıyan müziğin sahibi Maus, pek çok yorumda Joy Division’ın vokalisti Ian Curtis’e benzetiliyor. Albüm Maus hayranlarının alışık olduğu karanlık, hafif-depresif havadan da nasibini almış. Yaptığı politika doktorasıyla da konuşulan Maus’un bu albümünün muhalifliği oldukça “doğal” duyuluyor. Belli ki, müzisyenin aksi yönde bir iş yapması mümkün değilmiş...
Triple Play
Russell Malone
MaxJazz
Jimmy Smith, Diana Krall, Benny Green, Russel Malone, Hank Jones, Bill Frasel ve Sonny Rollins’le yaptığı işbirlikleriyle kalbimize giren, pek çok usta tarafından parmakla gösterilen bir gitarist Russell Malone.
MaxJazz şirketinen çıkardığı Playground, Live at Jazz Standard Volume1 ve 2’den sonra, basta David Wong, davulda Montez Coleman’la birlikte işlediği Triple Play’le karşımızda. Caz etiketli albüm aslında, Malone’un gençliğinde blues gitaristlerinden aldığı ilhamı hatırlatıyor. Zamanlar arası bir yolculuğa çıkaran albüm, modernle gelenek arasındaki sınırları da kaldırıyor...
Band of Joy
Robert Plant
Decca
1968’de yolunun Jimmy Page ile kesişmesinin ardından ortaya çıkan Led Zeppelin’e mutluluğun grubu diyordu Robert Plant. 20’li yaşlarının başındaydı, keşfedeceği sayısız melodi, yaşayacağı sınırsız deneyim vardı; ama o, sadece müzik dünyasının efsanelerinden biri değil, aynı zamanda unutulmaz bir müzik emekçisi olacağını bağırıyordu sanki. Plant, birkaç yıl önce kurduğu yeni grubunun ismini, 20’lerinin başındaki o anıdan ödünç aldı.
Her şeyden önce, birlikte olduğu grupla uyumuna ve ortaya çıkan mutluluğa önem verdiğini bildiğimiz sanatçının başını çektiği bu albüm, dinleyicinin de aynı mutluluğa ulaşmasını sağlıyor. Yılların birikimiyle yapılan bu yeni iş, ezeli bir müzik tarihini özetliyor sanki. Plant’in, 1970’lerde keşfedip âşık olduğu yerel müziklerin etkileri buraya da yansıyor... Albümde Orta doğu ezgileriyle 60’ların country’leri birbirini okşuyor.
Geçen yıl “en iyi albüm”, Silver Rider parçasıyla ise, “en iyi rock vokal performansı” dallarında Grammy adayı olan albüm, bu yıl, Robert Plant’a, “en iyi vokal” adaylığı getirdi.
Band of Joy, grupla aynı adı taşıyan albümlerinin13 aylık dünya turnesini yakın zamanda tamamladı. Turnenin Litvanya ayağı için ülkenin müzik yazarlarından birinin de dediği gibi, “Robert Plant Band of Joy’da bir müzik dersi veriyor”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder