(Şubat 2012) Milliyet Sanat
‘Tanrım kötü kullarını sen affetsen ben affetmem, Bütün zalim olanları sen affetsen ben affetmem’ diye başlıyor şarkı. Arabesk adı. Bergen’e ithaf edilmiş. Acılar içinde kıvranıyor sanki Ceyl’an Ertem; ama söylemeye devam ediyor; çünkü yemin etmiş belli ki, unutturmayacak yaşananları.
Hollandalı Barana grubuyla Ertem’in birlikteliğinden doğan albümün; Xenopolis’in hikâyesini özetliyor bu şarkının tavrı… İster alaycı, ister acılı, ister meydan okur gibi anlatsın İstanbul’u, şehrin her köşesine, yaşananları ve yaşanması muhtemel olanları hatırlatarak, sahip çıkıyor.
Ceyl’an Ertem’le Xenopolis’i konuşmak için buluştuk…
Soluk albümünden sonra yaptığımız röportajda İstanbul’un keşmekeşini hatırlatarak ‘Ben burada demlenmeye çalışan biriyim’ demiştiniz. Bu albümdeki vokalinizin çok daha sakin olmasının bir anlamı var mı?
Soluk’ta kendi hikâyelerimi anlatıyordum burada başkalarını canlandırıyorum. O yüzden de daha sakin ve kontrollü…
Nasıl gelişti bu ‘başkalarını canlandırma’ fikri…
Aslında fikir Behsat Üvez ve Steven Kamperman’dan çıktı. Ama benim yüzümden oldu… Benim için ilk başta şaşırtıcıydı. Bütün mevzuları onlar belirlemişlerdi. Depremi, arabeski, yeraltını, Sulukule’yi anlatacaksın dediler… İlk başta korktum, ‘yapabilir miyim bunu’ diye düşündüm. Ama bir gün sonra yazmaya başladım ve İstanbul hakkında ne kadar dolduğumu fark ettim.
Hem dolusunuz hem de çok seviyorsunuz burayı… İstanbullu olmak bu olsa gerek…
Hepimiz İstanbul’da sıkılıyoruz, yoruluyoruz; ama bir yandan da aşığız. Aslında İstanbullu olmak diye bir şey pek kalmadı artık. Ben bir gün dolmuşta çığlık çığlığa kahkahalarımı atarken, bir adam bana ‘bir tane İstanbul var, nasıl böyle gülüyorsun’ dedi. Bir tane İstanbul mu var gerçekten? Ya da İstanbullu olmak artık böyle bir şey mi? Kesinlikle değil. İstanbul’un bu kadar güzel olmasının sebebi de bence bu. Türkiye’nin her tarafından bir sürü insan var, bir sürü renk, ses, tükürük… Çirkinliği de güzelliği de aslında bu kadar farklı yaşayışı barındırıyor olmasından…
Albümde çalan müzisyenler İstanbul’u hiç tanımıyor ya da çok az tanıyor. Nasıl anlattınız onlara bu şehrin tınısını?
Behsat Ağabey tek tek anlattı. Zelzeleyi çalmadan önce, ‘Marmara’da büyük bir deprem olmuştu. Ceylan da o depremzedelerden biri, zelzeleden sonra İstanbul’a taşındı; ama o andan itibaren İstanbul’da büyük bir deprem olacağının haberi yayılmaya başladı’… Arabeski anlatırken Bergen’in yüzüne asit atıldığından ve şimdi hala demir parmaklıklar arasında bir mezarda yatıyor olduğundan bahsetti. Bunları anlattığı zaman eğer o müzisyenler ruhani olarak gerçekten iyi müzisyenlerse bunu çok kolay algılıyorlar. Hemen o ortamı
canlandırabiliyorlar kafalarında. Hollanda’da bir turne yaptık. Konserlerde bizi dinlemeye gelen insanlar da İstanbul’a gelmemiş, belki sadece broşürlerden tanıyordu şehri, onlara da anlattı aynı şekilde…
Biz ne zaman izleyeceğiz konserlerinizi?
Benim oraya gitmem de onların buraya gelmesi de bir mesele. Onların hepsi Hollanda’da şu anda. Bu yıl sonbahara doğru burada da turne yapmak istiyoruz.
‘Cazla geleneksek müziğin bir araya geldiği albüm’ diye tanımlasak Xenopolis’i, ne dersiniz?
Behsat Ağabey Ankaralı ve çok uzun zaman halk müziği icra etmiş. Bundan 30 yıl önce Hollanda’ya gidiyor ve Steven’le tanışıyor. O da çok uzun zaman Türk müziği üzerinde çalışmış biri. Ama biz İstanbul’u anlatıyoruz, bir takım geleneksel tınıları katmamız gerekiyor diye de yapmadık bu işi. Onların diğer albümlerini dinlediğinizde zaten bu renklere rastlarsınız. Onun dışında seçtikleri müzisyenler de çok yerinde. ‘Cazla geleneksek müziğin bir araya geldiği albüm’ diyeceklerine, Hollanda’da caz icra eden müzisyenlerle burada ne icra ettiğini bilmeyen Ceylan Ertem’in bir araya geldiği bir albüm, denilse bile benim için daha iyi. Bir kategoriye ait olmamak benim meselem herhalde. Bunun için uğraşmıyorum tabi ama her şeyin çok özgün olmasından yanayım. Örneğin Arabesk’i tabii ki ben söylediğimde öyle olacaktı, içsel bir şey bu; matematiksel değil.
Bu yüzden mi sizi seçmişler?
Onlar çok araştırma yapmışlar konuyla ilgili. Söz yazıp beste yapacak aynı zamanda bir yere has olmayacak birini arıyorlar. Türkücü değil o ya da bir caz şarkıcısı olmayacak. Çok uzun bir süreçten sonra Myspace’de benim işlerimi dinlemişler ve hemen mail yazmışlar. 2008 yılında biz Behsat Ağabey’le tanıştık buraya geldiler, sözleştik ve proje başladı.
O kadar iyi anlatıyorsunuz ki şehri, duyan İstanbul’un her deliğine girmiş çıkmış biri zanneder sizi…
Fotoğraf çekmem biraz işime yaradı. Taksim’de Tarlabaşı’nın bir sokak ötesinde oturdum kaç yıl. O yüzden bir sokak değiştirdiğimde başıma neler geleceğini çok iyi biliyordum. Sulukule’ye de fotoğraf çekmek için gitmiştim ve böylece oranın başına gelenleri öğrenmiştim. Bunun dışında tabi televizyonda internette görüyoruz öğreniyoruz her yeri. Televizyon izlemiyorum gazete okumuyorum diyenleri hiç anlamıyorum. O zaman işte anlayamazsın, alma bu albümü. Ya da beni dinleme… Ya da al ve öğren de olabilir.
İçinizde ve müziğinizde geçmişi böyle yaşatırken, bugünle nasıl böyle kolayca iç içe geçiyorsunuz?
Ben teknolojiyi çok severim aslında. Ama onların oyuncağı olmamaya çalışırım. Mesela sahnede çok fazla prosesör, elektrikli şey kullanıyorum. Ama yine de geleneksel tavrı seviyorum. Derenin kenarında şarkı söyleyen dedeyi, Hintli ablayı seviyorum. Bugünle ilişki kurarken zorlanıyorum aslında. Çok geriye gitmeye gerek yok 80’lerde doğmuş bir sürü insan da benim gibi zorlanıyordur. Yaşlı biri gibi konuşmak istemiyorum; ama enteresan geliyor yeni nesil.
Nedir onları enteresan yapan?
Biz bir kitap almak için para biriktirirdik. Şimdi kitapları internetten de okuyorsun. Ben Umay Umay’ın bir kitabını buldum geçenlerde. Altını çizmişim 17 yaşındayım. Ama bunu şimdi yapamayacaksın. Bu biraz korkutucu, tavır da korkutucu… Heer şeyi eleştirmek, her şeyi elinin tersiyle itmek. Aslında hiçbir şeyi tam öğrenmemek; ama fikrin varmış gibi davranmak. Umarım şahit olduklarım az bir kitledir.
‘Yeni nesil’den de çok hayranınız var üstelik…
Ben 2006’dan beri albümü olan biriyim. 2006 yılında beni dinleyen birinin yazdığı bir maille, şimdi atılan bir mail birbirinden o kadar farklı ki… Yazı dili, soruların basitliği… Facebook’ta arkadaşım olduğu için gerçekten arkadaşım olduğunu düşünen insanlar var. Oysa ki biz arkadaş değiliz. Erkan Oğur’un cep telefonu bende kayıtlıdır. Ama ben hiçbir zaman ‘naber’ diye mesaj atmam. Saygının seviyelerinin değiştiğini görüyorum bunlar beni çok korkutuyor. Çok fazla şeyi aynı anda yapıyorsunuz. Müziğin yanı sıra, video kurguluyor, fotoğraf çekiyor, metinler yazıyorsunuz… Bu doyumsuzluk, sürekli bir şey yapma isteği… Onun dışında, eğer burçlar doğruysa, oğlak burcunun sıkı çalışkanlığından olabilir. Video kurgusu yaparken çok eğleniyorum. Müziğe ara verdiğimde o işi yapıyorum. Şimdi Hollanda’nın kurgusunu yapıyorum örneğin. Bir yandan da ikinci albümün çalışmalarına başladık. Heralde o da üç ay içinde çıkacak…
Facebook profilinizden ‘sadece aşk şarkılarından oluşan bir albüm yapsam nasıl olur’ diye sormuştunuz dinleyicilerinize geçen yıl. Yaptınız mı?
Aslında çok isterdim sadece aşk şarkılarının yazılı olduğu bir albüm okumayı; ama o kadar çok şey var ki hayatta… Birkaç tane aşktan bahseden şarkı var aslında albümde. Müzisyen arkadaşlarım benimle çok alay ediyordu, Ceylan sen aşk şarkısı yazamıyorsun diye. Ama seviyorum Müzeyyen Senar, Sezen Aksu’nun o korkunç aşk acıları çekmiş şarkılarını… Anlatılanları yaşamışım gibi içleniyorum…
Nasıl bir albüm olacak?
Soluk’a çok benzemeyecek çünkü tek bir sound’u olacak. Yine 12-13 parça olacak. Bu albümü sahnede birlikte çaldığımız arkadaşlarımla kaydedeceğiz. En fazla 10 müsieyen olacak içinde. Tek bir orkestradan çıkacak şarkılar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder