Türkiye’nin
en önemli bas icracılarından Kamil Erdem ve Portekiz asıllı, Fransalı akordeon
sanatçısı René Sopa 2009’da Caz Festivali sırasında tanıştılar. Şenova Ülker
(trompet) ve Erhan Seçkin’le (davul) bir araya gelip quartet oldular. O
vakitten bu güne pek çok sahnede
dinledik kendilerini. Şimdilerde ise
Kâmil Erdem-Réne Sopa Quartet ismindeki yeni albümlerinin heyecanını
yaşamaktalar. Kâmil Erdem’le albümü
konuştuk.
Rene Sopa’yla bir araya gelişinizle müzikal dillerinizin birbirini
tuttuğunu, aynı heyecanı paylaştığınızı gördüğünüzü söylüyorsunuz. Bize
ortaklaştığınız o dili anlatır mısınız?
“Heyecan paylaşmayı” bilemem de ortak bir müzikal dilimiz olduğu
doğrudur. Zaten bir albüm çıkaracak kadar uyum sağlamışsak, üstelik ne ben
Fransızca ne de René Türkçe bilmiyorsa ve hatta anlaşabileceğimiz ortak bir
yabancı dil bile yoksa bu ancak ortak bir müzik dili ile mümkün olabilir. O
ortak dili sağlayan ilk unsur cazdır elbette. Ama onun kadar önemli olan diğer
bir unsur da her ikimizin de ilgisinin cazla sınırlı olmamasıdır. Yani bir tür
müzikal çok yönlülük. Bu her müzisyende olmayabiliyor ve iyi müzisyen olmak
için de illa çok yönlü olmak da gerekmiyor. Tek bir tür, örneğin mainstream caz
çalan mükemmel müzisyenler var. Ben cazdaki emprovizasyon tarzını diğer ilgi duyduğum türlere ve kendi yazdığım
müziklere de yansıtmaya çalışıyorum. René de aynı anlayışta ve bu ortak anlayış
da bizim ortak müzik dilimizi oluşturuyor.
Albüm projesi nasıl gelişti peki?
2009’da İstanbul Caz Festivali, 2010’da Ankara Caz Festivali ve
İstanbul’da üç konser daha vermemiz grubun müzikal uyumunu belli bir olgunluğa
getirdi. Yeterli özgün repertuarımız olunca da albüm yapmaya karar verdik.
Tabii albüm repertuarı konserlerdeki repertuarımızdan farklı; sadece benim ve
René’nin besteleri, bir tane de düzenleme var. Standartlar, tango, latin vs.
gibi konserlerde çaldığımız parçaları albüme almadık.
Önce konserlerde sonra albümde bir araya gelen dörtlünün enerjisini
anlatır mısınız?
Özellikle emprovizasyonun ağırlıkta olduğu müziklerde performans günden
güne hatta bir konserin bir anından diğer anına değişebilir. Çalarken sizin ya
da gruptan herhangi birinin güzel bir cümle kurması, hem teknik hem estetik
olarak gününde olması diğer müzisyenleri de olumlu yönde etkiler. İster
konserlerde, ister albüm kaydında, hatta provalarda olsun, benim “enerji”den
anladığım işte bu pozitif etkileşimdir. Bunun
negatif olanı da vardır tabii! Ama bunlar sadece bu dörtlüye özgü
değildir, bu tarz müzik yapan tüm topluluklar için geçerlidir.
Yaşadığınız bölgenin tınılarından esinleniyorsunuz. Şimdilerde Avrupa’nın ‘yerel’e pek düşkün
olduğunu biliyoruz. Avrupa caz sahnesinde,
festivallerde işiniz daha mı kolay
oluyor?
Avrupa’nın yerel ya da farklı bölgelere ait etnik müziklere ilgisi var
gibi görünüyor. Ama ben bu ilgiyi pek de samimi, daha doğrusu bilinçli
bulmuyorum. Maalesef bazı müzikseverler arasında “zevk aldığını zannetmek” gibi
bir hastalık var. Bunu keşfeden birtakım akıllı yapımcılar da başka bir deyişle
“entellektüel ahmaklık” diyebileceğimiz ya da benim böyle adlandırdığım bu
zaafı değerlendirip tuhaf bir sound geliştirdiler, geliştirttiler. Ama Avrupa konserlerinde
gözlediğim şu ki, aslında herkes aşina olduğunu, ya da aşina olduğundan
türeyen, gelişen müzikleri seviyor. Aslında müzisyen bundan da etkilenmemeli
ve beğenilip beğenilmeme kaygısını bir
tarafa bırakıp içine sinen müziği yapmalı. Bence ideal olan bu duruma
yaklaştığımız ölçüde samimiyizdir. Tabii bundan “müziğim beğenilsin ya da
beğenilmesin, umurumda değil” gibi bir anlam da çıkmasın; elbette umurumda, ama
beğenilsin diye eğip büküp, şekillendirmiyorum.
Öğretmenlik yönünüz icracılığınızı nasıl etkiliyor?
Öğretmenlik-icracılık ilişkisi sorduğunuz yönde değil de daha çok bunun
tersi yönünde işliyor, yani icracılığımın öğretmenliğime bir etkisi olduğunu
söyleyebilirim. Zira öğretmenlikte yapmaya çalıştığım, icracılıkta edindiğim
deneyimleri bir öğretim yöntemine dönüştürüp öğrencilere aktarabilmek.
Albümde altı parca Sopa ve size ait, 1 parça ise geleneksel Türk
müziğinden: ‘Kapıldım Gidiyorum Bahtımın Rüzgârına’. Albüme böyle bir örnek
koyma maksadınız neydi?
Özel bir maksadım yoktu, bu çok sevdiğim ve severek de icra ettiğim bir
eserdir. Tabii benim icram geleneksel tavırda olmuyor, kendi müzik birikimim,
çaldığım enstrüman ve ilgili olduğum türlere bağlı olarak. Şarkının melodik
yapısı armonizasyona çok müsait, ya da ben öyle hissettim; müzisyenlerin de
kendilerini çok iyi ifade edebileceklerini düşündüm. Sanırım yanılmadım da.
Konserlerde çok iyi tepki aldı, repertuarın bütünüyle de iyi kaynaştı.
Odd Tango’dan önceki albümle arasında yıllar var, bu albümse son derece hızlı geldi, daha evvel sizi heyecanlandıran bir proje mi olmamıştı?
Pek de “son derece hızlı” sayılmaz,
arada iki buçuk yıl var. Ama ‘Odd
Tango’ ile ‘Bir Bas Masalı’ arası
çok uzamıştı, yaklaşık yedi yıl. Bu da kısmen tembellikten, kısmen de bir albüm
oluşturacak kadar malzemeyi toparlayamadığımı düşündüğümden. Aslında bu işin
hızlısı yavaşı da olmuyor. Mesela şu anda üzerinde çalıştığım, hatta birine
fiilen başladığım iki ayrı proje var. Sıklıkla görüyoruz; çok ünlü bir isim,
çok ünlü bir firma ile üç yıl süreyle her yıl bir albüm yapıyor. İyi de, müzik
üretimi bu kadar periyodik olabilir mi? Sana -ne fazla ne eksik-, her yıl bir
albüm yapacak kadar mı ilham geliyor? Belli ki bir sözleşme söz konusu. Evet,
bu işin doğası gereğidir, ne de olsa ticari gerçeklerle sınırlıyız. Ama bu
kadar da takvime bağımlı olmalı mıdır?
Albümde Rene Sopanın besteleriyle sizinkiler yan yana, ikiniz de farklı coğrafyalardan esinleniyorsunuz. Ancak parçalar birbiri içinden geçip gidiyor sanki. Mekansal uzaklık kültürel yakınlığı engelleyemiyor gibi, ne dersiniz?
Parçaların bir bütün oluşturması daha
önce konuştuğumuz ortak müzik dili ile alakalı, ya da benzer müzik anlayışları
da diyebiliriz. Farklı bölgelerden esinleniyoruz, ama bire bir bu bölgelerin
müziklerini yapmıyoruz. Ben kendi parçalarımda içimden geldiği daha doğrusu
içimde olduğu ölçüde yerel, geleneksel müziklerden yararlanıyorum. Ama ortaya
farklı bir şey çıkıyor. Çünkü dinlediğim, sevdiğim başka müzikler de var ve
bunlar da müziğime yansıyor. Öte yandan öyle bazı bestelerim var ki, bu
albüme girmesi düşünülemez bile. Yani mekansal uzaklığın sonucu olan kültürel
farklılığı vurgulayacak parçalar da mevcut, hem René’nin hem de benim beste
dağarcığımızda. Ama ortak projeleri farklılıklar değil, benzelikler üzerine
kurarsınız. Biz de bunu yapmaya çalıştık.
Besteleriniz gelenek ve yeni kavramları arasında gelip giderek, bu
ikisi arasında net bir çizgi olmadığını anlatıyor. Yeni geleneğin, gelenek ise yeninin
içinde. Ve bu yapı son derece ‘doğal’,
‘samimi’ duyuluyor. Sadece buradan
bakarak, müziğinizin , modernitenin ‘yeninin içinde geleneği oyuncak etmesi’ne
doğrudan bir eleştiri olduğunu söyleyemeyiz herhalde. Ancak eleştiri yaparken, ‘iyisi de var’ argümanına
örnek gösterebiliriz. Katılır mısınız?
Bilemem... Eğer bu parçalarda yeni ve gelenek kaynaşmış şekilde, doğal
ve içiçe duyuluyorsa, müziğin samimiyeti anlaşılıyorsa, bu beni mutlu eder. Her
ne kadar gelenek ile yeniyi bir araya getirmek gibi bir niyetle hareket
etmiyorsam da ortaya çıkan müzikte her iki unsurun duyulması bana “demek ki
olmuş” dedirtir. Beste yaparken “şu
kadar ölçü gelenek, şu kadar ölçü yenilik, biraz makam, biraz armoni” gibi,
eczacının ilaç yapması misali dozaja ve zorlamalara başvurmak işi derinlik ve
estetikten uzak, hatta alakasız bir noktaya getirir. Ben samimiyetle kendi
müzikal kimliğimi yansıtmaya çalışıyorum. Türk müziğine ait unsurları müziğim
oriental bir çağrışım yapsın diye kullanmıyorum. Bu müziği dinleye dinleye
benimsediğim için yapıyorum bunu. Evet, geleneğin oyuncak edildiği örnekler çok
ve çok da farklı biçimlerde ortaya çıkıyor. Avrupa’da yapılanlar daha soyut ve
tını yaratmak fikri üzerine kurulu, bizdekiler ise aşırı melodik ve bir tür “neo-asansör müziği” denebilir. Bu
tür örneklere bazı senfonik müzik denemelerinde de rastlanıyor, hele ki
yenilerde. Bu yüzeysellik aslında bir şeyleri tam hazmetmeden kullanmak
hevesinden kaynaklanıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder