Radikal Kitap 06.11.2009
Safiye Sultan üçlemesiyle Türkiye’de bir zamanlar çok satan listelerini altüst eden Ann Chamberlin ismi şimdilerde raflarda Aynadaki Peçe kitabının üzerinde gözümüze çarpıyor. Yazarın 1975’ten beri kafa yorduğunu söylediği çalışma, sadece kapağına bakıldığında oryantalist anlatımlı bir doğu hikâyesi gibi algılansa da, eser için ‘örtünme geleneğine içeriden bakan’ bir sosyal bilimler çalışması demek sosyal bilimcilere haksızlık olmaz herhalde.
Kitap Fuarı için Türkiye’ye gelen Chamberlin’le yeni kitabını ve dünyanın gidişatını konuştuk...
Kitabınızda ilk fark edilen yargılama değil de anlama çabası içinde oluşunuz. Bir Amerikalı olarak söyler misiniz, nasıl süreçler sizi oryantalist bakmamaya yönlendirdi?
Çünkü ben kadınım. Kadınların sorunları Doğu’da da Batı’da da aynı. Benim kendi toplumumdan bir hoşnutsuzluğum var. İçinde bulunduğum toplum, kadınlar için de, evrenin geri kalanı için de iyi bir toplum değil.
Evet kitapta kadının Batı toplumlarında da ezildiğinin altı çiziliyor...
İçinde bulunduğum toplumda görüyorum ki, pek çok insan doğudaki kadınların baskı altında tutulduğunu dile getiriyor, yani Doğu toplumlarındaki kadınların aptal olduklarını vurgulamaya çalışıyor. Bu görüş, insanların emperyalist bir bakış açısı sergilemeleriyle sonuçlanıyor. Gelip kadınları özgürleştirelim diyorlar. Teşekkürler ama almayalım...
Bu bakış açısına sahip biri olduğunuz için sizin ‘kültür’ tanımınızı ve ‘insanları bir arada tutan harç nedir’e vereceğiniz yanıtı merak ediyorum.
Kültür bizi insanlaştıran şeyin ta kendisidir. Ve bize dünyanın çok farklı yerlerinde yaşama gücünü veren şeydir. Ancak kültür silah haline gelmeye başladı. Örneğin, Amerika’da okul çocukları kendi kültürlerinden başka tüm kültürlere saldırgan davranmaları yönünde teşvik ediliyor.
Devleti, kültürü yönlendiren güç olarak kabul etsek de toplumun değiştirici-dönüştürücü gücünü yadsıyamayız, öyle değil mi?
Evet, devlet bir şekilde kendi ideolojisini empoze ediyor. Ve insanlar da sadece kendilerine ait duygularla hareket etme yetisine sahip. Ancak şimdilerde bu değişti. İnsanlar para kazanma arzusunu kendi duygularıymışcasına sahipleniyor.
Batı ve Doğu kültürü arasındaki en çarpıcı fark ne sizce?
Fark, ‘onur’ kavramında. Bizim onur sözcüğümüzün temeli Vikingler’den geliyor. Buna göre bir Viking, ancak şefine hizmet ederek onur sahibi olabiliyor. Viking onurunda kadına yer yok. Doğu sistemine göre ise hem kadın, hem de erkek onuru diye iki ayrı kavram var. Ve bu iki sistem bir araya gelip toplumu ortaya çıkarıyor. Ancak kadın ve erkek onuru bir arada işlerse o zaman ortaya karmaşa çıkıyor. Biz artık batıda onuru boşverdik. Batıda para kimdeyse onur da onda.
Başörtüsü bir tercih midir, dayatma mı?
Yerine göre değişiyor. Bazı durumlar, başörtüsünün kadınlar için çok işe yaradığını düşündürdü bana. Pek çok arkadaşımın kızı, giyim kuşamlarına, erkek arkadaşlarına o kadar vakit ayırıyor ki sonunda okulu bırakıp, saçmasapan bir işte çalışmaya başlıyor. Bunun yanında bazı Müslüman ailelerin kızlarına bakıyorum, evet başı örtülü, evet bu belki onun özgür seçimi değil, ama babalarının o kızlarla kalben daha yakın olduğunu görüyorum. Çünkü babalarının o kızlara okula git, üniversiteye git diye teşvik ettiğini görüyorum. Arkadaşlarımın kızlarına baktığım zaman sürekli kendi reklamlarını yapma peşinde olduklarını görüyorum. Bunun o kızların seçimi olduğunu düşünüyorlar ama bence başörtülü kızlara göre daha çok sömürülüyorlar.
Başörtüsü üzerine söz söylerken feminist politikaya ihtiyaç var mı sizce?
Çok çeşitli femizimler var. Bazı feministler ‘git ve bir erkeğin yaptığı işi yap’ diyebilir kadına. Bu bakış açısına göre bir kadının parlementoya girmesi yeterli olabilir. Ama eğer bu senatörün dahil olduğu siyasi parti çokuluslu şirketlerin daha fazla para kazanması için çalışıyorsa o zaman bu kadının parlementoda olmasının ne önemi var?
‘Sadece feminist bakış yetmez bunu başka bir politikayla soslandırmalı’ diyorsunuz. Kendinizi politik olarak nasıl konumlandırıyorsunuz? Sosyalist-feminist diyebilir miyiz mesela...
Feminist sözcüğünün çağrışım alanları çok kısıtlı. Çünkü pek çok insan feminist olmayı parlementoya girmek olarak adlandırıyor. Eğer siz hükumetin gelip kadınlara yardımcı olmasını bekliyorsanız, görüş açınızın sosyalist ya da Marksist olması fark etmiyor. Ancak tarihe bakışta Marksizmin bana yol göstertiğini söylemeliyim.
Türkiye’deki politik gelişmeleri takip edebiliyor musunuz?
Bunu yapmaya çalışıyorum. Ancak Amerika’da kapıların kapatıldığını hissediyorum. Bu nedenle internet bağlantısı haricinde doğrudan bilgi almak çok zor. Çünkü haber kanallarında tamamen filtreden geçirilmiş, kesilip biçilmiş haberler var.
Kemalist bürokrasinin elindeki malların yeşil sermayenin eline geçtiği bir dönemden geçiyoruz Türkiye’de. Bu süreçle ilgili bilginiz var mı?
Aslında bu anlattıklarınız benim durduğum yerden çok da kötü görünmüyor. Biz de şu anda Amerika’da, daha önce yaşamadığımız şekilde, siyasetin içine çok fazla din öğesinin girmeye başladığını görüyoruz. Bizim toplumumuzda böyle bir şey yaşanırsa bunun sonuçlarının çok kötü olacağını şimdiden görebiliyorum.
Yine bu el değiştirme süreci içinde değerlendirilirse, başörtüsünün bizatihi kendisinin dinden çok başka; ekonomiye gönderme yapan anlamları da var bugün. Bir ‘madde’ olarak; örnekse ‘moda’ya dair bir anlamı var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Kesinlikle katılıyorum. Ben dokuz yıl önce buraya geldiğimde, yirmi kadından ancak bir tanesinin başı örtülüydü. Ama şu anda bakıyorum çok daha fazla bu oran. Öyle bir izlenim edindim ki, hepsi sanki tatil için Paris’e gidip dönmüş, hepsi son moda başörtüler takıyor.
Dışarıdan bakınca Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz? İran olur mu burası?
Fransa’da da başörtülü kızların eğitim almalarıyla ilgili tartışmalar çıktı. Aynı ülkede yaşayan insanlardan bazıları İran’dakilere, bazıları Fransa’dakilere benzemek isterlerse, o zaman da çatışma çıkacağı kesin.
Kitapta, “Kapitalizm kendi işine yaramayan her şeyi durdurmak ister” diyorsunuz. Kapitalistlerin Müslümanlarla işi bitecek mi, ne dersiniz?
Elbette bu olacak. Kapitalistler başörtüsünü kullanıyor. Amerika’da bile kadınları kendi çarkı içinde kullanıp daha sonra yaşlanınca, çocuk sahibi olunca ya da hasta olunca ona bakmıyor, fırlatıp atıyorlar.
Kitaplarınızın dünyanın bir ucunda çok okunması nasıl bir duygu?
Hâlâ inanamıyorum. Çok onur duydum, çok şaşırdım. Bir yandan da doğru bir şey yaptığım duygusunu edindim. Dileyen herkes bana annchamberlin@annchamberlin.com adresinden ulaşabilir. Aslında kendi insanlarıma kendi dilimde hitap etmeye çalışıyordum ama bu pek işe yaramadı.
AYNADAKİ PEÇE
Ann Chamberlin
Çeviren: Solmaz Kâmuran
İnklâp Kitabevi
2009
240 sayfa, 18 TL.
6 Kasım 2010 Cumartesi
27 Mart 2010 Cumartesi
Birgün (27.04.2010)
KAMİLE YILMAZ
Kültür endüstrisinin tüm sanatsal yapıtları herhangi bir meta üretiminden farksız kıldığını mı düşünüyorsunuz? Bu bağlamda günümüzde tüketime yönelik birçok sanatsal yapıtın birbirine benzediğini mi söylüyorsunuz? Bu tüketmek için üretilen sanatsal yapıtların birer tüketim nesnesi olmanın yanında bir de ideolojik nesneler olduklarını da kabul ediyorsunuzdur herhalde!
Görünenin altındaki gerçeği saklamaya yardımcı olan ve yığınları oradan oraya yönlendirme gücüne sahip bu sanatsal yapıtların da içinde yer aldığı kafes, başta kurduğum cümleler üzerine şöyle bir düşününce, içinden çıkılması oldukça zor gibi görünüyor. Ancak şükürler olsun biz toplumsal hayatın ve tek tek insanların gayet kaotik yapılar olduğunu biliyoruz. Yüreğimize su serpen bu bilgi hem çok zekice, hem de çok aptalca kurgulanmış bir kafes içinden bir anda çıkabilmemizi kolaylaştırırken, toplu kurtuluşumuzu, kafesin tümden imha edilmesi ihtimalini de zihinlerimizde yakın ediyor.
Yani öyle, arkadaş sohbetleri sırasında kurulan türden “Popüler ve alışılmışın dışındaki albümler satmaz! Satmayacak albümü de hiçbir plak şirketi basmaz!” gibi cümleler, günümüzün sanatsal ve politik zeminini çözümlemeye yetmez!
Nereden mi biliyorum? Çünkü bugün hayatlarımızın içine sinmiş kapitalizm izlerinden nefret eden, kapitalizmin bizatihi kendisinden tiksinen, attığı her adımı bu karşıtlık doğrultusunda atan, bu karşıtlığını gerek akademik çalışmalarla gerekse insanlığıyla besleyen ve bu güne kadar yaptığı film ve tiyatro müziklerinden kolaylıkla hatırlayabileceğiniz Alper Maral’ı tanıyorum.
Bütün bu kelamı ise, Yıldız Teknik, Bilgi ve Galatasaray üniversitelerinde öğretim görevlisi olan Alper Maral’ın A.K. Müzik’ten çıkan ‘elektroakustisch!’ albümü için ediyorum. Maral’ın bu kalıplara sokulamayacak kadar derin albümü, bana kalırsa Türkiye’de yapılan en yapıbozumcu; en devrimci müzik. Dinlediğiniz an sarsılıyorsunuz... Elektronik müzikle doğal sesleri birleştiren albüm, dinleyiciyi yer yer şiddet öğeleriyle çarpıştırıyor. Şiddetten rahatsızlık duyuyor, üzerine düşünüyorsunuz…
Sadede gelmek gerekirse, Alper Maral’la söyleşme fırsatı bulduk efendim. Buyurunuz, okuyunuz...
»Kim, kimin için yapar elektronik müziği? Ve kim dinler?
Var olan konvansiyonlarla, değerlerle örneklerle yetinmeyen, kafasındaki tınının sesin peşine giden ve bunu geleneksel enstrümanlarla, gramerle, gerçekleştirilemeyeceğini düşünen insanlar yapar elektronik müziği. Aynı kaygıları taşıyan insanlar, bunların dinleyicileridir genelde.
»Kentli kitleye hitap ettiği bir gerçektir ama değil mi?
Kentteki müzik dinleme pratikleri, ortamları tabii çok daha çeşitli. Ama şu anda kentleri dolduranlar kentli mi? Onu bir soralım önce. Burjuvazi, soru işareti ve ünlem, hele bizim ülkede çok tartışılır.
Öte yandan kırsal alanın tını alanı, ses çevresi o kadar zengindir ki, orada ‘sentetik’ seslere ihtiyaç duymayız. Ben de 40 yılın başında doğayla buluştuğum zaman asla müzik diye tanımlayacağımız herhangi bir şey dinlemem. Kaldı ki, elektronik müziğin 1990’lar sonrasında en önemli kırılma noktalarından biri de çevreye böylesi bir yaklaşım, duyarlılık ‘sound scape’ tabir olunan, ses çevresi diye eksik çevirebileceğimiz bir kavram. Bu kavram doğa seslerinin tek başına son derece yeterli dinlenebilirlikler, güçlü enformasyonlar içerdiğini ve bunlara başka türlü kulak verilmesi gerektiğini anlatır. Bu anlayışın yaygınlaştırılması ‘dur, dinle!’ demekle olmuyor. Bu müziğin genel kitle için bir şekilde formatlanması, sunum pratiğine dökülmesi gerekiyor, Buna da elektro akustik ortam deva oluyor. Soyutlanmış bir duysal manzara yerine; yani müziğin içine flütlerle kuş sesi taklidi yerine, direkt kuş sesinin konulması mesela. Bu elektronik müziğin en önemli duraklarından biridir.
»Dogmalarla meselesi olan, 20. ve 21. yüzyıl eleştirisi yapan bir müziğinizin olduğunu söylüyorsunuz. Devrimci müzik diyebilir miyiz yaptığınız müziğe?
Hepsi birbirinden değerli güçlü kavramlar. Bunların hepsine cevabım olumlu. Sadece 21. ve 20. yüzyıl müziklerine karşı kaş kaldırma operasyonu değil bu. Kaldı ki günümüzde bile geçerli olan müzik estetiği tüketim pratiği aydınlanmacı dünya görüşünden hareket eden bir pratik. Klasisist anlayış ve bunların dogmaları, birinci anlamıyla modernizmden; yani 16. yüzyıldan itibaren belli konvansiyonlar getiriyor. Bunların içinden belirli kırılma noktaları her dönemde olmuş. Ve bunlar benim için hep çok cazip duraklar oldu. Yani her dönemde var böyle insanlar, bundan ötürü ille de devrimci demeyebiliriz. Modernizm çürüye yazarken ve modernizm kendini empoze ederken hep içinden çatlak sesler çıkmış, onlarla aramda bir akrabalık hissediyorum açıkçası...
»Günümüz sanatını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tasarım (sanat kelimesini sevmiyorum), toplumsal hayatın her alanında olan ve bizi belki daha çok ilgilendirmesi gereken bir kavram. Günümüz sanatına baktığımızda, özellikle güncel sanat, çiğ espri ve oyuna, kaçamak vuruşlara, şikayetlere ve çözüm üretmemeye kendini fena halde kaptırmış. Takdir dinleyicisindedir; ama bu albüm bir çözüm reçetesi olarak çıktı. Konvansiyonlara karşı dememin sebebi o. Yoksa istemediğiniz kadar kayıt var ortalıkta. Dünyanın hiçbir döneminde bu kadar fazla müzik olmamıştı.
»Madem o kadar çok kayıt var, niye hala yüzyıllar öncesinin müziklerine sarılıyoruz?
Bir dönemde müzik üretimi çok daha hayatın içinden yapıldığından. Şimdi copy paste estetiği olan müziklerde bunu yakalamamız çok zor.
»Albümü oluşturma çabanıza nasıl bir anlayış hâkimdi?
‘elektroakustisch!’ albümüm aslında geleneksel kalıplarda üç albümü karşılayabilecek materyal içeriyor. Bir arada sunulmalarının en önemli sebebi bir şekilde kendi içinde ufak bir retrospektif taşıması ve 25 yıllık profesyonel müzik hayatımın son 10 yılından bir kesit sunması. Bu haliyle dinlenmesinin kolay olduğunu düşünmüyorum; fakat ‘raf ömrü’ uzun, bir dinlemede hemen sepete atılacak bir şey değil, tekrar tekrar, ‘Yahu deli midir bu herif? Niye bunu yapmış? Bu kadar ters ne var bu hayatta?’ Sorularına dikkat çekmek üzere oluşturulmuş bir tasarım. İletişim derdiyle yapılmış bir şey bu. Yaptım oldu değil. Biraz iddialı olacak belki ama bir şeyleri bir araya getirmek mesele değildir, dışarıda bırakmak meseledir. Buradaki bilmem kaç tane yapıt o kadar çok yapıtı dışarıda bıraktı ki, aman bir parça daha yaparsak albüm tamamlanıyor mantığıyla benim benimsediğim reel üretim mantığı arasındaki temel fark budur. Bunlar gibi bilmem kaç yüz tane daha parça vardır, ama temsili olmak, belli bir dönemde belli bir yerde durmak, belli bir önermeyi dile getirmek marifettir.
»Albümde ‘Şeytanın Sözlüğü’ isminde bir parça var ve kartonette aynı isimli bir kitaptan alıntı. Neden o eseri seçtiniz?
Gelenektir: Yapıt bir edebi metne dayanıyorsa, o metni albümde vermek gerekir. Bu yapıt Amerikan edebiyatının en sıra dışı, haylaz ve eleştirel kimliklerinden biri olan Ambrose Bierce’a ait. Baştan aşağı ABD’nin politikalarına karşı olan bir albümde, tam da benle aynı duruşu paylaşan bir ABD vatandaşının böylesi olağanüstü ve sert bir metnini kullanmak, her şeyden önce müzikal açıdan yerinde oldu. ‘Şeytanın Sözlüğü’ birkaç yüz sayfalık bir kitap ve her sözlük maddesi son derece ironik ve eleştirel şekilde kaleme alınmış.
»Albümdeki şiddetli ve karanlık hava neden?
Çünkü hepimiz bir bütünün parçalarıyız ve yansıtmak durumunda olduğumuz bütün, ışıltılı parıltılı bir şey değil. Bu parçalar için güzel, çirkin sıfatları asla kullanılamaz; zaten bunu beklememek, belki de en büyük avantajım. Bu parçalar, sarsıcı, dönüştürücü, dikkat çekici, moral bozucu olabiliyorsa ne mutlu bana. Örneğin, ‘bush!agamemnon’ isimli parça dünyanın iki numaralı en güçlü yapıtı Elektra tragedyası için yapılmış müziklerden. Orada anasını babasını öldürecek duruma getirilen insanlardan söz ediliyor. Orada Agamemnon’la George Bush’un; dünyanın en büyük yetkilerle donatılmış şarlatanlarının, piyonlarını tokuştururlarken yukarıda ellerini ovuşturduklarına dikkat çekiliyor. Kendi hayatımda da yüksek sesli konuşulan bir yeri ilk fırsatta terk edecek kadar şiddete tepki duyan bir insanım. O parçaların yazarı bir karıncayı kurtarmak için dört saat operasyon düzenleyebilir.
KAMİLE YILMAZ
Kültür endüstrisinin tüm sanatsal yapıtları herhangi bir meta üretiminden farksız kıldığını mı düşünüyorsunuz? Bu bağlamda günümüzde tüketime yönelik birçok sanatsal yapıtın birbirine benzediğini mi söylüyorsunuz? Bu tüketmek için üretilen sanatsal yapıtların birer tüketim nesnesi olmanın yanında bir de ideolojik nesneler olduklarını da kabul ediyorsunuzdur herhalde!
Görünenin altındaki gerçeği saklamaya yardımcı olan ve yığınları oradan oraya yönlendirme gücüne sahip bu sanatsal yapıtların da içinde yer aldığı kafes, başta kurduğum cümleler üzerine şöyle bir düşününce, içinden çıkılması oldukça zor gibi görünüyor. Ancak şükürler olsun biz toplumsal hayatın ve tek tek insanların gayet kaotik yapılar olduğunu biliyoruz. Yüreğimize su serpen bu bilgi hem çok zekice, hem de çok aptalca kurgulanmış bir kafes içinden bir anda çıkabilmemizi kolaylaştırırken, toplu kurtuluşumuzu, kafesin tümden imha edilmesi ihtimalini de zihinlerimizde yakın ediyor.
Yani öyle, arkadaş sohbetleri sırasında kurulan türden “Popüler ve alışılmışın dışındaki albümler satmaz! Satmayacak albümü de hiçbir plak şirketi basmaz!” gibi cümleler, günümüzün sanatsal ve politik zeminini çözümlemeye yetmez!
Nereden mi biliyorum? Çünkü bugün hayatlarımızın içine sinmiş kapitalizm izlerinden nefret eden, kapitalizmin bizatihi kendisinden tiksinen, attığı her adımı bu karşıtlık doğrultusunda atan, bu karşıtlığını gerek akademik çalışmalarla gerekse insanlığıyla besleyen ve bu güne kadar yaptığı film ve tiyatro müziklerinden kolaylıkla hatırlayabileceğiniz Alper Maral’ı tanıyorum.
Bütün bu kelamı ise, Yıldız Teknik, Bilgi ve Galatasaray üniversitelerinde öğretim görevlisi olan Alper Maral’ın A.K. Müzik’ten çıkan ‘elektroakustisch!’ albümü için ediyorum. Maral’ın bu kalıplara sokulamayacak kadar derin albümü, bana kalırsa Türkiye’de yapılan en yapıbozumcu; en devrimci müzik. Dinlediğiniz an sarsılıyorsunuz... Elektronik müzikle doğal sesleri birleştiren albüm, dinleyiciyi yer yer şiddet öğeleriyle çarpıştırıyor. Şiddetten rahatsızlık duyuyor, üzerine düşünüyorsunuz…
Sadede gelmek gerekirse, Alper Maral’la söyleşme fırsatı bulduk efendim. Buyurunuz, okuyunuz...
»Kim, kimin için yapar elektronik müziği? Ve kim dinler?
Var olan konvansiyonlarla, değerlerle örneklerle yetinmeyen, kafasındaki tınının sesin peşine giden ve bunu geleneksel enstrümanlarla, gramerle, gerçekleştirilemeyeceğini düşünen insanlar yapar elektronik müziği. Aynı kaygıları taşıyan insanlar, bunların dinleyicileridir genelde.
»Kentli kitleye hitap ettiği bir gerçektir ama değil mi?
Kentteki müzik dinleme pratikleri, ortamları tabii çok daha çeşitli. Ama şu anda kentleri dolduranlar kentli mi? Onu bir soralım önce. Burjuvazi, soru işareti ve ünlem, hele bizim ülkede çok tartışılır.
Öte yandan kırsal alanın tını alanı, ses çevresi o kadar zengindir ki, orada ‘sentetik’ seslere ihtiyaç duymayız. Ben de 40 yılın başında doğayla buluştuğum zaman asla müzik diye tanımlayacağımız herhangi bir şey dinlemem. Kaldı ki, elektronik müziğin 1990’lar sonrasında en önemli kırılma noktalarından biri de çevreye böylesi bir yaklaşım, duyarlılık ‘sound scape’ tabir olunan, ses çevresi diye eksik çevirebileceğimiz bir kavram. Bu kavram doğa seslerinin tek başına son derece yeterli dinlenebilirlikler, güçlü enformasyonlar içerdiğini ve bunlara başka türlü kulak verilmesi gerektiğini anlatır. Bu anlayışın yaygınlaştırılması ‘dur, dinle!’ demekle olmuyor. Bu müziğin genel kitle için bir şekilde formatlanması, sunum pratiğine dökülmesi gerekiyor, Buna da elektro akustik ortam deva oluyor. Soyutlanmış bir duysal manzara yerine; yani müziğin içine flütlerle kuş sesi taklidi yerine, direkt kuş sesinin konulması mesela. Bu elektronik müziğin en önemli duraklarından biridir.
»Dogmalarla meselesi olan, 20. ve 21. yüzyıl eleştirisi yapan bir müziğinizin olduğunu söylüyorsunuz. Devrimci müzik diyebilir miyiz yaptığınız müziğe?
Hepsi birbirinden değerli güçlü kavramlar. Bunların hepsine cevabım olumlu. Sadece 21. ve 20. yüzyıl müziklerine karşı kaş kaldırma operasyonu değil bu. Kaldı ki günümüzde bile geçerli olan müzik estetiği tüketim pratiği aydınlanmacı dünya görüşünden hareket eden bir pratik. Klasisist anlayış ve bunların dogmaları, birinci anlamıyla modernizmden; yani 16. yüzyıldan itibaren belli konvansiyonlar getiriyor. Bunların içinden belirli kırılma noktaları her dönemde olmuş. Ve bunlar benim için hep çok cazip duraklar oldu. Yani her dönemde var böyle insanlar, bundan ötürü ille de devrimci demeyebiliriz. Modernizm çürüye yazarken ve modernizm kendini empoze ederken hep içinden çatlak sesler çıkmış, onlarla aramda bir akrabalık hissediyorum açıkçası...
»Günümüz sanatını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tasarım (sanat kelimesini sevmiyorum), toplumsal hayatın her alanında olan ve bizi belki daha çok ilgilendirmesi gereken bir kavram. Günümüz sanatına baktığımızda, özellikle güncel sanat, çiğ espri ve oyuna, kaçamak vuruşlara, şikayetlere ve çözüm üretmemeye kendini fena halde kaptırmış. Takdir dinleyicisindedir; ama bu albüm bir çözüm reçetesi olarak çıktı. Konvansiyonlara karşı dememin sebebi o. Yoksa istemediğiniz kadar kayıt var ortalıkta. Dünyanın hiçbir döneminde bu kadar fazla müzik olmamıştı.
»Madem o kadar çok kayıt var, niye hala yüzyıllar öncesinin müziklerine sarılıyoruz?
Bir dönemde müzik üretimi çok daha hayatın içinden yapıldığından. Şimdi copy paste estetiği olan müziklerde bunu yakalamamız çok zor.
»Albümü oluşturma çabanıza nasıl bir anlayış hâkimdi?
‘elektroakustisch!’ albümüm aslında geleneksel kalıplarda üç albümü karşılayabilecek materyal içeriyor. Bir arada sunulmalarının en önemli sebebi bir şekilde kendi içinde ufak bir retrospektif taşıması ve 25 yıllık profesyonel müzik hayatımın son 10 yılından bir kesit sunması. Bu haliyle dinlenmesinin kolay olduğunu düşünmüyorum; fakat ‘raf ömrü’ uzun, bir dinlemede hemen sepete atılacak bir şey değil, tekrar tekrar, ‘Yahu deli midir bu herif? Niye bunu yapmış? Bu kadar ters ne var bu hayatta?’ Sorularına dikkat çekmek üzere oluşturulmuş bir tasarım. İletişim derdiyle yapılmış bir şey bu. Yaptım oldu değil. Biraz iddialı olacak belki ama bir şeyleri bir araya getirmek mesele değildir, dışarıda bırakmak meseledir. Buradaki bilmem kaç tane yapıt o kadar çok yapıtı dışarıda bıraktı ki, aman bir parça daha yaparsak albüm tamamlanıyor mantığıyla benim benimsediğim reel üretim mantığı arasındaki temel fark budur. Bunlar gibi bilmem kaç yüz tane daha parça vardır, ama temsili olmak, belli bir dönemde belli bir yerde durmak, belli bir önermeyi dile getirmek marifettir.
»Albümde ‘Şeytanın Sözlüğü’ isminde bir parça var ve kartonette aynı isimli bir kitaptan alıntı. Neden o eseri seçtiniz?
Gelenektir: Yapıt bir edebi metne dayanıyorsa, o metni albümde vermek gerekir. Bu yapıt Amerikan edebiyatının en sıra dışı, haylaz ve eleştirel kimliklerinden biri olan Ambrose Bierce’a ait. Baştan aşağı ABD’nin politikalarına karşı olan bir albümde, tam da benle aynı duruşu paylaşan bir ABD vatandaşının böylesi olağanüstü ve sert bir metnini kullanmak, her şeyden önce müzikal açıdan yerinde oldu. ‘Şeytanın Sözlüğü’ birkaç yüz sayfalık bir kitap ve her sözlük maddesi son derece ironik ve eleştirel şekilde kaleme alınmış.
»Albümdeki şiddetli ve karanlık hava neden?
Çünkü hepimiz bir bütünün parçalarıyız ve yansıtmak durumunda olduğumuz bütün, ışıltılı parıltılı bir şey değil. Bu parçalar için güzel, çirkin sıfatları asla kullanılamaz; zaten bunu beklememek, belki de en büyük avantajım. Bu parçalar, sarsıcı, dönüştürücü, dikkat çekici, moral bozucu olabiliyorsa ne mutlu bana. Örneğin, ‘bush!agamemnon’ isimli parça dünyanın iki numaralı en güçlü yapıtı Elektra tragedyası için yapılmış müziklerden. Orada anasını babasını öldürecek duruma getirilen insanlardan söz ediliyor. Orada Agamemnon’la George Bush’un; dünyanın en büyük yetkilerle donatılmış şarlatanlarının, piyonlarını tokuştururlarken yukarıda ellerini ovuşturduklarına dikkat çekiliyor. Kendi hayatımda da yüksek sesli konuşulan bir yeri ilk fırsatta terk edecek kadar şiddete tepki duyan bir insanım. O parçaların yazarı bir karıncayı kurtarmak için dört saat operasyon düzenleyebilir.
7 Mart 2010 Pazar
Müziğim bedel ödeyen kadınlara...
Birgün Gazetesi (07.03.2010)

Töreye/nefrete verilen kurbanlar için yakılmış bir ağıt bu. Türkiye’nin
ilk kadın caz piyanisti Nilüfer Verdi’nin ‘İzhar’ adlı albümünde yer alıyor.
Her iki albümünü de erkeklere ait bir hayatın bedelini ödemek zorunda olanlara
adayan ve erkeklerin borusunun öttüğü müzik ‘piyasa’sı içinde ‘kadınlar vardır’
diye haykıran Nilüfer Verdi’yle ‘birbirimizi’ konuştuk...
İlk
albümünüz ‘Mânâ’yı da ikinci albümünüz ‘İzhar’ı da kadınlara adamanızdaki motivasyon
neydi?
Tüm dünyada kadınlara yönelik, içinde bulunduğumuz yüz yıla
yakışmayacak negatif ayrımcılık uygulanmakta. Medenileşmenin nimetleri her cins
tarafından yaşanabiliyor olması gerekliliğini vurgulamak istedim, o kadar...
‘Unutmayın’
bestesini hangi duygular içinde yaptınız?
‘Unutmayın’ bestesini sözlerinin bahsettiği acı gerçek, vahim
tablo duyguları içinde gerçekleştirdim, başka türlüsü mümkün mü zaten? ‘İzhar’
albümünün üzerinden geçen süre içinde, pek değisen bir şey olmadığı, hatta
en son Medine adındaki genç kızımızın daha da vahim bir sonla karşılaştığını
hep birlikte gördük.
Türkiye’nin
ilk kadın caz piyanistisiniz. Kadınların bu alanda az olmalarını neye
bağlıyorsunuz?
Merak saranın az olmasından, bir de mevyalarının çok geç
toplanıyor olmasından, kısacası uzun yıllar emek vermek gerekiyor. Şarkı
söylemeye çok daha fazla merak saran gencimiz var.
Kadın
olmanın her alanda zor olduğunu yaşayarak öğreniyoruz. Peki kadın bir müzisyen
olmanın zorlukları neler? Kadın kimliğinizin üzerinizde yük olduğunu düşünüyor
musunuz zaman zaman?
Bazen düşünüyorum haliyle. Her zaman erkek müzisyenlerle çalıyorum
, nadiren de olsa ‘Erkek Fatma olsaydım’ diye düşünüyorum... Fatmalıktan vaz
geçmiyorum ama, dikkatinizi çekerim. (Gülüyor)
‘Unutmayın’
şarkısını siz bestelediniz ve yine bir kadın; Berrin Çağlar o beste için bir
şiir yazdı. Egemen görüş, iki kadının
birlikte çalışmasının zor olduğu yönündedir. Bir kadınla çalışmak, aynı
duyguları paylaştığını hissetmek, işleri kolaylaştırıyor mu?
Berrin Çağlar olağanüstü bir şair, zihinsel olarak zaten iyi anlaştığım yakın arkadaşım, zaten belli bir entelektüel seviyeden sonra cinsiyet mevhumu diye bir şey kalmıyor,sanırım bizim dostluğumz bu seviyede. Sorduğunuz sorunun içeriği dolayısı ile söz konusu olmadı hiçbir zaman. Dediğiniz gibi kadınla çalişmak işleri kolaylaştırıyor, erkeklere kadın bakış açısını anlatmak gerçekten güç...
Berrin Çağlar olağanüstü bir şair, zihinsel olarak zaten iyi anlaştığım yakın arkadaşım, zaten belli bir entelektüel seviyeden sonra cinsiyet mevhumu diye bir şey kalmıyor,sanırım bizim dostluğumz bu seviyede. Sorduğunuz sorunun içeriği dolayısı ile söz konusu olmadı hiçbir zaman. Dediğiniz gibi kadınla çalişmak işleri kolaylaştırıyor, erkeklere kadın bakış açısını anlatmak gerçekten güç...
Caz isyandan
doğan bir müzik midir? Eğer öyleyse neden cazcıları aktif politikanın içinde
yeterince göremiyoruz. Kadın hareketine eklemlenen albümlerin sahibi olarak siz
bir istisna mısınız?
Kesinlikle bir isyan müziğidir. Bunun unutturulmaya çalışıldığı
aşikar. Light caz, lounge caz, easy caz, dedikleri türler zaten uyuşuk ve
başkaldırıdan çok uzak bir muzik yarattı. Son yıllarda popüler hale getirilen
şarkıcılar subyan tonu ile sarki soylemeye, miyil miyil bir müziğin yaratilmasına,
cazın gitgide kendi öz varlığından uzaklaşmasına sebep oldu. Yani cazın içinde
barındırdığı başkaldırı öğesi tamamen yok edilmeye çalışılıyor. Sanırım
kapitalist sistemin korkularından bir tanesi düşünen ve araştıran kimliklerin
ortadan kalkması için gerekli yöntemlerden biri de bu. Ben asla bir istisna
değilim. Pop sanatçıları birlikte Güldünya Şarkıları seslendirdiler, rock sanatçıları
keza öyle. Aktif politikanın içinde olmak için bu konuda eğitimli olmak
gerekir, bizler sadece sanatçı olarak duyarlı davranmakla üzerimize düşeni
yapabiliriz.
Tüm dünyada
tecavüz ve eşcinsel cinayeti suçları işlendiğinde hala tahrik indiriminden
faydalanılıyor. Türkiye’de nefret suçu yasalaşamıyor. Medya ve eğitim kurumları
cinsiyetçiliği her gün yeniden üretiyor. Bu koşullar altında yaşarken
cinsiyetçiliğin olmadığı ’başka’ bir dünya yaratmak mümkün mü? Nefret
cinayetlerini ortadan kaldırmak için ne yapılmalı?
Her şey mümkün, niyet etmek gerek sadece. Nefret cinayetlerinin
ortadan kalkması için, feodal sistemin ortadan kalkması, aşiret sisteminin yok
olmasi, toprak reformunun gerçekleşmesi, yasaların uyarlanması, gençlere yönelik
politikaların düzenlenmesi, onlara sosyal faliyet alanları sağlanması, devlet
bütçesinde eğitime çok büyük pay verilmesi, dinin yanlış yönlendirilmesine mani
olunmasi... Sanatla uğraşan insanların elbette bu yaralara duyarlılık göstermesi
gerekiyor; ama diğer yandan bu işi esas çözüme götürecek, yasal
değişiklikler yürürlüğe sokulmalı ve bu konuda ciddi yaptırımlar uygulanmalıdir.
Sanatla
uğraşan eğitimli kişilerin arasında oldukça zaman geçirdiğinizi düşünüyorum.
Cinsiyetçiliğin eğitim ya da ekonomiyle; yani sınıfsal koşullarla ilgisi var mı
sizce?
Cinsiyet ayrımcılığının ekonomi ile ilgisi çok büyük olsa da, her
sınıfta yaşanan bir olgu bu. Kırsal kesimde farklı dinamikler, büyük şehirlerde
farklı dinamikler içeriyor.
Feminist
müzik diye bir kavram yok bildiğim kadarıyla. Sizce böyle bir kavrama
gereksinim var mı? Feminist müzik diye bir kavram oluştursak içini nasıl
doldurursunuz?
Feminist müzik diye bir tür olursa iyice nefret uyandırır.
Feministler zaten sarkık memeli, bakımsız, kavgacı, çirkin, korkulması
gereken kadınlar topluluğu olarak niteleniyor. Oysa feminist hareket ihtiyaçtan
doğmuş, cinsiyetler arası dengeyi oluşturacak insani bir hareket bence. Hülya
Avşar gibi eğitim seviyesi düşük örnekler söylemleri ile bence topluma zararlı
örnek oluyor. Feminizmin ne oldugunu bilmeden, erkek egemen toplumun
nimetlerinden faydalandığını zanneden, kendi çektiği sıkıntıları
değerlendiremeyen bu kişiler, kendi arzuları doğrultusunda, erkeklerinin beş
adım arkasından yürüsünler; ama bari bunu 70 milyonun önünde söylemesinler...
Siz kadın
bir müzisyen olmanın yanı sıra, oldukça başarılı bir müzisyenin annesisiniz.
Nedim Ruacan’la da bir röportaj vesilesiyle tanışmıştım. Oğlunuzu yetiştirirken
cinsiyetçilikten uzak olması için özel bir çaba sarf ettiniz mi? Ailelere
önerileriniz var mı?
Nedim'in kadin-erkek konularında gerçekten sıhhatli olduğunu
düşünüyorum. Ona ailelerin erkek çocuklara uyguladıkları ayrıcalıkları
uygulamadım. Bir de o sosyal hayatın içinde kendini gösteren başarılı kadınlar
arasında büyüdü. Nedim’in büyük halası Melahat Ruacan ilk kadın temyiz âzası
olarak adini tarihe yazdırdı. Halası Nükhet Ruacan Türkiye’nin
yetiştirdiği en kıymetli caz şarkıcılarındandı. Anneannesi Liselotte Auer bir
ressam, babaannesi
Ümran Ruacan ise, mors alfabesi uzmanıydı.
Ümran Ruacan ise, mors alfabesi uzmanıydı.
Bir müzisyen
olarak oldukça yoğun çalışmak zorunda olan bir kadınsınız. Kadınların kamusal
alandaki çalışmalarının yanı sıra evde de çalışmak zorunda oldukları malum. Üstelik
ev içinde sarf edilen bu emek, ‘sevgi’ kavramıyla örtülüp görünmez kılınıyor.
Bu anlamda siz kendinizi bir kıskaçta hissettiniz mi hiç?
Kesinlikle zorlandığım dönemler çok oldu, neticede hem çocuk yetiştiriyor
hem de çok geç saatlerde başlayan işlerde çalışıyordum. Oğlumuzla ilgili
sorumluluklar bakımından her zaman daha aktif olmam gerektiği için bazen
sıkıştığımı hissediyordum. Ne yazik ki olgunlaşmamız yıllar alıyor,
toyluğumuzun bedellerini ise çocuklar ödüyor, boşuna denmemiş ‘annelik, babalIk
en zor başarı elde edilen durumdur’ diye...
29 Ocak 2010 Cuma
Orta sınıf için bir kitap
Geçen günlerde elime geçen Adı Duman isimli bir roman yaşama daha umutlu bakmamı sağladı. Çünkü, zaman zaman kafes diye tariflediğimiz sistem içinde, insani yaşam biçimleriyle can kurtaran delikler açılabileceğini gösterdi bana. Bunu hikâyenin onlu yaşlardaki kahramanı yaptı: Ali’ydi adı... (“Hay adına kurban olduğum” diyordu bir nine onunla tanıştığında... Gülümsedim okurken... ) Hikâye basitti aslında. Bir anası vardı Ali’nin, bir de hasta babası. İkisi de çalışamıyordu. Seyyar ayakkabı boyacılığı yapan Ali, ailesiyle birlikte Toroslar’la çevrelenmiş bir coğrafyada yaşıyordu. Hem dağ köyleri vardı orada, hem de zenginlerin tatile geldiği plajlar. Bu plajların olduğu bir kasabada yaşıyordu Ali. Kasabayı çevreleyen dağlarda konaklayan Yörüklerin dillere destan güzellikte köpekleri vardı. Ama Yörükler cinsleri bozulmasın diye bu köpekleri kimselere vermezlerdi. Ali bir gezinti sırasında rastladı bu köpeklerden birine ve gönlü akıverdi ona.
Buraya kadar ‘sevimli bir Anadolu hikâyesi’ olarak ilerleyen kitap, devlet ve iktidar kavramını içselleştirmiş Ali’yle, göçebe ve bu nedenle de devleti tanımayan toplulukları anlatarak farkını ortaya koyuyordu. Ali, çok beğendiği köpeklerden birini almak için yaptığı konuşmada “Ne yapıyorsunuz bu kadar köpeği?” diye soruyor. “Bizi onlar koruyor. Sen şehirlisin herhal. Peki sizi orada kim koruyor?” deyince bir nine; “Polisler. Devlet onlara bizi koruması için para veriyor” diye cevap veriyor Ali. Naif bir soru daha geliyor nineden: “O adamlar sizi kurtlara, ayılara karşı nasıl korur?”
Birkaç sayfa sonra ise, köpeğini vermek istemeyen bir dede, “Aha, şu Toroslar’ın bir yanını istesen kolay, ama...” diyor. “Toroslar sizin değil ki dede devletin” diye cevap veren Ali ağzının payını alıyor: “Burada devlet mevlet yok. Biz o devletten de önce vardık burada. Bu dağlar bizim.”
Ve sonunda Ali ikna etti Yörükleri ve köpeklerden birini alıp yola koyuldu. Adı Duman’dı köpeğin. Ali’ninki popüler veya çekirdek ailede yetişen herhangi bir çocukta olması gereken bir hayvan sevgisi değildi. Duman, Ali’nin yoldaşı olmuştu artık. Nereye giderse onunla gidiyor. Onu tüm kalbiyle seviyordu. Bu sevgiye annesi öyle bir saygı duyuyor ki inancına göre ‘pis’ olan köpeği sofrasına bile oturtuyor, Duman’a da bir tabak koyuyordu.
Zenginlerin gelip gittiği sayfiye yerlerinde ayakkabı boyuyordu Ali, her gün zengin biri gelip tonla para teklif ediyor ve bu güzeller güzeli köpeği Ali’den almak istiyordu. Ama olağanca yoksulluğuna rağmen herkese direniyordu Ali. Bir gün ‘iki bin dolar’ı bile reddetti...
Anadolu’yu çok iyi tanıyan bir kalem olan Ömer Polat’ın anlaşılır şekilde kullanılmış yöresel deyişlerle bezenmiş bu roman, okuyana dilin ve kültürün ‘tek’ olmadığını gösterecek, okuyanın bakış açısını değiştirecekti şüphesiz... Ama bu minik romanı çok sevmemizin bu değişim umudundan öte bir nedeni olmalıydı sanki. 1960’ların sonundan itibaren ‘ticari’ müziğin yükselişi bir yandan da folk müzik sanatçılarını şaha kaldırmış ve folk müzik etrafında kitlelerin toplanmasına neden olmuştu. Çünkü folk müzik daha ‘dürüst’ bulunuyordu. Edebiyatın çağımızda daha ‘naif’ ve ‘dürüst’ bulunan bir yaşam biçimini konu edinmesi de galiba az önce söylediğime benzer şekilde okuyucusunu etrafında topluyordu. Adı Duman’ı ve ona benzer eserleri okumak etrafımızdaki kocaman yavanlığa baş kaldırmaya benziyordu...
‘Adı Duman’ı okuyan değişecektir
Kitabın arka kapağına düştüğü notla okuyucuyu sevindiren Sennur Sezer’e ‘Bu kitap, okuyanı nasıl değiştirir?’ diye sorduk. Bakın neler anlattı:
Adı Duman’ı okuyan orta sınıf, kentli bir çocuk sanırım çevresine daha dikkatli bakacaktır. Asıl önemlisi tek değerin para değil, dostluk olduğunu duyumsayacaktır. Sınavlarda o sınava katılan herkesi rakip olarak görmenin düşmanlık duygusundan da gerginliğinden de kurtulacaktır umarım. Dayanışmanın, arkadaşlığın gücünü de anlayabilir, değişik uluslardan olanların da dost olabileceğini de. Hiç değilse düşünebilir bu konuda. Bence her çocuk için kendini özdeşleştireceği bir çocuk var kitapta. Hatta büyükler de bu öyküyü tat alarak okuyabilir. Yaşadığı şehirden pek dışarı çıkmamış olanlar da ülkesindeki yaşam biçimlerinin çeşitliliğini görecektir bu öyküde. Hayvancılıkla uğraşan Yörükler, sattıkları mısırlarla ev geçindirenler. Ana dili Türkçe olmayanlar. Bence Adı Duman’ı ilk kez okuyup bitiren, bu öyküyü daha yavaş tadını çıkara çıkara okumak için kitabın başına dönecektir...
ADI DUMAN
Ömer Polat
Evrensel Basım Yayın
2009
88 sayfa
5 TL.
17 Ocak 2010 Pazar
Sultanahmet mehteranla inledi
Radikal (17.01.2010)
Soğuktu ve yağmur çiseliyordu. Şiirsel olsun diye değil gerçekten... Yine de Sultanahmet’te Ayasofya Müzesi önündeki İstanbul 2010 kutlamaları oldukça kalabalıktı.
Gökyüzüne uzanan lazer ışıklarını takip ederek kolayca ulaşılabilen alanın bariyerlerle çevrildiğini gören turistlerin bazıları geri dönüyor, bazıları ne olduğunu merak edip önünde uzun kuyruklar oluşan güvenlik kapılarından içeri giriyordu. Alanda Madonna’dan Hande Yener’e uzanan müzik yelpazesiyle karşılanan konuklar Mehter Takımı’nın sahneye çıkmasıyla ‘coştu’. Gerçekten çoştu. İzleyiciler, kimi turistlerin şaşkın bakışları arasında Mehter Takımı’nın marşlarına eşlik ediyor, bir yandan dans edip bir yandan da mehteranın ‘Allah Allah’ nidalarına katılıyordu. Sahnedeki ‘tüyler ürperten’ görüntü alanın büyük ekranlarına yansıyordu. Coşkulu alkışlar eşliğinde sahneden inen mehteranla birlikte alandaki izleyicilerin bir bölümü de soğuğa daha fazla dayanamayarak kutlamaları terk etti. İzleyici coşkusunu yitirince sahneye çıkan sunucu Hande Kazanova, kah “Bu gece bizim gecemiz, eller yukarı” diye bağırarak, kah dans ederek izleyiciyi ‘ısıtmaya’ çalıştı. “İyi akşamlar güzel istanbul” diye performansına başlayan Mercan Dede, ney ve kanunun yoğunlukta olduğu parçalar seslendirdi. “İki mabedin ortasındayız, dua kadar güçlü bir şey var mı?” diyerek sıradaki şarkıyı Haiti’deki depremzedelere gönderdi. Bu şarkı esnasında sahneye semazenler çıktı. Mercan Dede’nin konseri özellikle turistlerin ilgisini çekti.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)