9 Aralık 2011 Cuma

‘Bu güzelim ülke her geçen gün biraz daha çürüyor…’


09.12.2011 (Taraf Kitap)


İnsan adıyla yaşar. Derviş Ağabey, bana durup durup bunu hatırlatırdı. 
Radikal’de yan yana çalışma şansımın olduğu vakitlerde, birkaç yıl önce yani, sakin, makul ve anlayışlı bir adamdı. Geçmiş zaman kullanışım aradan geçen kısacık zamanın pek çoğumuzu olduğu gibi onu da değiştirmiş olma ihtimalinden…
Hem yazmakta hem de biriktirmekte olduğunu anlamak zor değildi.
Ve üstelik biriktirdiklerini savurganca değil cömertçe etrafındakilerle paylaşırdı kahve aralarında.
Uzun zaman sonra onun sesinden bir hikâye daha dinledim, herkesle birlikte… 
Kar altında, İstanbul’da bir açılan hikâye.
Genç bir adam, güzel bir kadın, 200 bin liralık bir teklif ve devletin kurşunlarıyla delik deşik ettiği hayat, ortak hayatımız.
Radikal Kitap’ın 10 yıllık editörü, gazeteci Derviş Şentekin’le failini herkesin bildiği cinayetlerin ülkesinde geçen polisiyesini konuştuk.


Bir editör olarak ortaya yazar kimliğiyle bir kitap koymak ve kitap eklerinde kendinle ilgili yorumları okumak... Sen ortaya güvenemeyeceğin bir iş koymazsın. Ama yine de, küçük tedirginlikler, heyecanlar yaşıyor musun?
Hayatımda kendimle ilgili heyecanlar duymam pek; bu, benim en kötü yanlarımdan biri. Sürprizleri seven insanların heyecanlandıklarına inanırım ve ben de ne yazık ki sürprizleri sevmem... Tedirginlik konusuna gelirsek: Kitap yayımlanınca bir yabancılaşma yaşadım. Bir sırrımı birileriyle paylaşmışım gibi bir şey bu. Başka da bir tedirginlik duymadım.

‘Kitabım hakkında olumsuz eleştiri olur mu’ diye de mi tedirgin olmadın?

Ben eleştiriye inanan biriyim. Olumsuz eleştirilerden daha çok şey öğrenilir üstelik. Olumsuz eleştiri beni tedirgin etmez, aksine olgunlaştırır. Eser dediğimiz şey sadece beğenilmek, övülmek için değil, yerilmek için de üretilir. 

‘Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi’ senin ilk romanın, bir yandan da 'bir olgunluk dönemi' romanı gibi. Kitabı okurken dedim ki, Derviş yıllar önce de yazabilirmiş; ama biriktirmiş, beklemiş. Demlenmiş bir roman mı bu?

Tam da dediğin gibi; demlenmiş bir roman bu. Ben acele etmeyen bir adamım. Bu roman benim üçüncü hatta dördüncü romanım bile olabilirdi. Yazmış olmak için yazmadım bu romanı. Üzerinde çok düşündüm; birkaç arkadaşımla çok konuştum. Tamamdır, oldu dediğimiz an yayımlamaya karar verdim.  
Bir gün terk edilmenin bile insan hayatında bir şans olabileceğini "beni aşka terk ettiğin için seviyorum seni" dizesiyle anlattığını hatırlıyorum. Bu özel anı, bana senin hayata bakışınla ilgili bir ipucu veriyor. İçinde yaşadığımız bu korku imparatorluğunda, onca ölüm, kayıp ve kırgınlık içinde senin romanın kimseyi ağlatmıyor... Umudu içinde taşıyor... Nasıl böyle dik durmayı başarıyorsun?

‘Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi’yi ben bir isyan-roman olarak tanımlıyorum. Yalan zamanlarda -ki buna ‘postmodern zamanlar’ diyorlar- yalan bir hayatı yaşayıp duruyoruz. Bizimki gibi Üçüncü Dünya ülkelerinde, muktedirler, kanunlarla değil korkularla yönetirler ülkeyi. Yazdıkları yazılardan yani kalemlerinden başka silahları olmayan aydınları susturmakla başladılar işe, sokaktaki insana kadar gittiler bu muktedirler. İyilerin yüzü suyu hürmetine dönüyor bu dünya; ben buna inanıyorum. Bunu söylediğim için beni saf bulabilirsin. Evet ‘saf’ım. Şimdilik kötüler kazanıyormuş gibi görünse de yarın iyilerin olacak.


Kitabın adına kitabı yazmadan önce karar verdim diyorsun. Aşkı ve yoksulluğu birbirine yakıştıran biri olduğunu düşündüm hep... Bu, 'romantik' yönünün bir ürünü mü isim?
Bir isyan-roman olarak iddialı bir roman. İsminin de iddialı olmasını, dikkat çekmesini istedim. Oldu da. Kitapçıya girmiş birine yüksek sesle ‘Ben buradayım ey okur!’ diyen bir kitap oldu. Samimiyetimize güvenerek sızlanmama izin verirsen, her şeyin sert ve acımasız olduğu bu ülkede insan romantik kalabilir mi ki, derim.


Kapak kırmızı, isim ilgi çekici ama isim kitabın içeriğiyle tam uyuşmuyor gibi... Affına sığınarak soruyorum, satış kaygısı var mıydı hafiften?
Satıştan çok ‘okunma kaygısı’ diyelim. Kitabı eline alan herkes okusun isterim. E, bu arada çok da satarsa ne ala...


Kitapta pek çok yazara göndermeler var. Onun ötesinde kitap bir yazardan alıntıyla başlıyor. Neden yaptın bunu?
Romanı yazarken bir satranç oyunu gibi olsun istedim. Oyunu bol bir roman yani. Bunlardan biri de sevdiğim yazarlara yaptığım göndermelerdi. Orhan Pamuk’tan Selim İleri’ye, Tanpınar’dan Kafka’ya, Dostoyevski’den Ahmet Ümit, İhsan Oktay Anar’a kadar birçok yazara gönderme var. Bir çırağın ustalarına selam göndermesi, diye düşündüm. Eğer onlar da o selamımı almışsa bundan gurur duyarım. 


Aklın yitirildiği bir ülke diyorsun ya buraya... Bana sanki aklın değil duygunun yittiği bir yer gibi geliyor. Bütün bu olanlar; cinayetler ‘akıl'ın iktidarı vicdanın elinden almış olması yüzünden oluyor sanki...
Bir toplum aklını yitirmişse her şeyini yitirmiş demektir. Aklı olmayanın duygusu, vicdanı, ahlakı olur mu? İşte Türkiye... Yıllardır insanlar öldürülüyor. Şöyle bir bakıp geçiyoruz. Oğlumuz, kızımız öldürülünceye kadar da o acıyı duymuyoruz. Muktedir olanın gözü dönüyor. Bir hırs ki... Toplum olarak bir an önce akıllanmazsak işimiz çok zor olacak... 


Onca faili meçhulün hayatlarımızın parçası olduğu bu ülkede hep anlatmak zorunda hissediyor insan kendini. Sorumlu hissediyor... Bunun için mi yazıyorsun?
Türkiye’nin en karanlık dönemini yaşamış insanlardan biriyim. Abilerimiz, ablalarımız işkenceler gördü, hücrelerde kaldı günlerce, bir sabah götürüldüler ve bir daha haber alamadık... Ve bu güzelim ülke her geçen gün biraz daha çürüyor. Ne için yazıyorum? İçimdeki acıyı kusmak için belki de...


Biz hep bu haksızlık ve uğursuzlukları, pisliği ve sömürüyü konuşup, lanetleyip duruyoruz ya... En büyük sömürülerden biri gazetelerde yaşanıyor. Biz niye bir şey yapamıyoruz? Niye konuşamıyoruz yaşadıklarımızı?
Gazetecilik biteli yıllar oldu. Yalan zamanların yalan gazetecileriyiz biz. Yalan gazeteler hazırlıyoruz. Yalanlara inanmayı seven insanlar ayıla bayıla okuyorlar yalanlarımızı. Patronlar plazalarına çoktan beyaz bayrakları çekti. Biz gazetecilerse garip birer yaratığa dönüştük. Arkamızdan korkar hale geldik. Aldığımız üç kuruş maaşı kaybetmemek için sus pus oturuyoruz. İstersen daha fazla söyletme beni...


O halde romana geri dönelim… ‘Başkarakterin  ismi neden yok’ diye soruyorlar sana hep. Ben kitabı okurken bunu hiç düşünmedim. Onun adı Derviş! Anlattığı her şey de Derviş'in bu güne kadar biriktirdikleri! Esprili laflar söylüyor ya ince ince, ‘sen gerçek hayatta neysen o’ gibi...
Bir kısmıyla öyledir diyebiliriz. Sen, beni tanıdığın için romanı okurken ‘sesimi’ duymuş, beni ‘görmüş’ olabilirsin... Kahramanımın benden izler taşıması da kaçınılmazdı zaten. Fakat işin başka boyutları da var: Başkarakter aklı temsil ettiği için bir ismi olsun istemedim. Bir de bu tür romanlarda kahramanlar çıkar ve her şeyi halleder. Oysa benim romanımda aklın yenilgisi var. İyiler değil kötüler kazanıyor. Tıpkı ülkemizde ve dünyada olduğu gibi...  


Romandaki Cengiz Aykan bence buz gibi bizim gazeteci Cengiz Alkan.
Romanı yazarken en çok Cengiz Alkan’la konuştum. İki yıl boyunca dinleyip durdu beni. Cengiz Akyan karakteri de, dediğin gibi bizim Cengiz. 


41'i o kadar inandırıcı anlatmışsın ki, öyle bir yer yok deme, hayal kırıklığına uğramak istemiyorum.
Üzgünüm... Kitabımı okuyan hemen herkesin sorduğu sorulardan biri de 41. Yok öyle bir bar. Keşke olsa...


İçinde sakladığın başka romanlar, işler de var mı?
Olmaz mı? Üzerinde neredeyse beş yıldan beri çalıştığım bir romanım var. İsmi ‘Koku’ mu olur, ‘Bütün Güzeller Ölecek’ mi olur bilmiyorum. Nisan gibi bitirmeyi planlıyorum... İsmi ‘Anlat Sultanım’ olan bir öykü kitabı var ama o biraz daha demlensin istiyorum.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder