15 Ocak 2012 Pazar

‘Düşünmeye meyli olana malzeme vermek istiyoruz’


Ocak 2012 (Milliyet Sanat)

Geçen yılın sonunda kurulup, apar topar, yılın en iyi albümlerinin arasına girdiler.  Sağlam rock tınılarıyla alaturka damarları birbiri içinde erittikleri şarkıları kısa sürede dilden dile yayıldı. 
Be the Band yarışmasında elde ettikleri birincilikten sonra hızlanan profesyonel müzik yaşantıları, hayatın ta kendisinden damıtılan ve ayakları yere basan ‘tavır’larıyla birlikte ilerliyor…
11 Ocak’ta Ghetto’da bir konser verecek olan, vokal ve basta Selim Kırılmaz, gitarda Melih Balta, davulda Deniz Ünlü’den oluşan Neyse’yle konuştuk…

Şarkılarda bir sürü dertten bahsediyorsunuz. Pek ‘neyse’ deyip geçmiyorsunuz. Neden ‘Neyse’?
Deniz Ünlü:  Biz grubu 2000 yılı gibi kurduk. Henüz isim yokken, barda çalacağız, isim istiyorlar, bir yerlere yazacaklar. O esnada herkesin ortaklaştığı isim Neyseoldu. Duruş olarak  iddialı bir isim koymak istemiyorduk. İsmin müziği taşıması değil de müziğin ismini taşıması önemliydi...
Selim Kırılmaz: Gerçek olmayan sentetik bir ilişki kurulur ya grup isimleriyle;Neyse ona bir reaksiyon içeriyor sanki…
İsmin de albüm gibi kendi içinde sessiz sakin bir iddiası var o zaman…
S.K.: Samimiyet… Grubun ismine de duruşuna da bu yansıyor. Ama duruşumuz olsun diye çabalamıyoruz… O duruş kendiliğinden her yerinizden fışkırıyorsa anlamlı. 
O duruşun nasıl oluştuğunu belki üçünüzün arasındaki harcın ne olduğunu anlatarak açıklayabilirsiniz… 
D.Ü.: En önemli ortak noktamız arkadaş olmamız. Ortak sıkıntılarımız rahatsızlıklarımızın olması. 
S.K..: Bazı şeyler dönüp gelecekten bakıldığı zaman rahat anlaşılıyor. Çok uzun geçmişimiz var... Müzik yapmanın kendisi zaten hayata karşı bir duruş. Samimiyetle sorumluluk sahibi olmaya, kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmamaya çalışan üç kişiyiz biz. 
Şu ortak sıkıntılarınız… Albümde de duyuyoruz onları… Düşünsel temelleri neler? 
S.K.: Albümdeki tüm parçaların kavga ettiği temel bir şey varsa, o da birey kurgusu. Biz bir şekilde bir yer çekimi kanunuymuşçasına birey kurumuna inandırılmışız.  Başka zaman ve yerden bakıldığında insanın hayatla kurduğu ilişki aslında bambaşka… Sözlerin altında sanki bireyleşmeye, yalnızlaşmaya, yabancılaşmaya karşı çıkan; doğduğumuzdan beri inanmış olduğumuz şeylerle yüzleşmeye, hesaplaşmaya çağıran bir kendini arama çabası var. Hiç durmadan arayan biri var. Onun yazdıklarını okuyunca siz de o arayışa ortak oluyorsunuz...
Bir coğrafya arayışına da ortak oluyoruz… Hem sözlerde hem de müzikte ‘doğu’ ve ‘batı’ diye tariflenenler yeniden anlamlanıyor sanki…
Melih Balta: Onlar bizim bu güne kadar beslendiğimiz şeylerle ilgili. Bu albümde vokalleri şöyle yapsak, gitarları böyle yapsak davullar da şöyle olsun diye düşünmedik. Biz enstrümanlarımızı bu şekilde kullanıyorduk ve bunlar bir araya gelince bu oluştu. 
S.K.: Biz İstanbul’da doğmuş büyümüş insanlarız. Hiçbirimiz için tam olarak doğulu ya da batılı diyemezsiniz. Bu iki ad altında da bahsedilen şeyler listesini bünyemizde barındırıyoruz. Müzik sosyal hayattaki duygularla ilişki içinde olduğuna inandığımız bir şeyse, içinde tüm bunları barındırması gerek. İçimizden gelen müziği yapmak istiyoruz diye yoğunlaştığımız zaman çıkan şey bu oldu. Barış Manço, Orhan Gencebay, Tool’lar,  A Perfect Circle’lar, bu güne kadar aşna fişne olduğumuz çeşit çeşit rock müzik bir araya gelince ortaya bu çıkmış... Umduğumuz şey sırıtmayan, bir arada düzgün duyulabilen ve buraya ait bir modern rock sound’uydu. Onu da galiba büyük ölçüde yakaladık. 
İstanbullu’sunuz ama bu albüm buralı değil; aksine bir hayli taşralı, taşra naifliğini üzerinde taşıyor…
M.B.: Bizim çocukluğumuz Yeşilköy’de geçti. Şehir yaşantısı içinde büyümedik…
D.Ü.: Kapalı devre bir gruptuk biz. Bir garajda çalışmalarını sürdüren, uzunca bir süre sadece kendi arkadaşlarından çevresinden beslenen bir grup…
S.K.: Geniş bir alanda dağılıp gitmek yerine, daha küçük bir komünde daha derin ilişkiler kurduk… Çocukluk arkadaşıyız biz. Bu her zaman kendimizi hatırlamamızı sağlıyor. Hayata karşı tavrımızın çekirdeğini bu beliriyor.  Grubun tavrı, duruşu, söylediği her şey, politikayla kurduğu ilişki dahi bu çekirdekten okunabilir. Yabancılaşmama mücadelesi…
Böyle kapalı devre yaşayınca iyiyi tarif ederken kendini referans gösterip durma tehlikesi oluşmuyor mu?
S.K.: Öyle olmak zorunda değil… İnsanların ideallere göre her zaman daha deforme gözükmesinden normal bir şey yok. Ben yanlış yapıyor olabilirim; ama o idealin eksik veya yanlış olduğu anlamına gelmez. Referans aldığınız kişiler gündelik hayatta da karşınıza çıkabiliyor üstelik. 
Sürekli ideali aramak yorucu değil mi?
S.K.: Tarih çok kötü zamanlar gördü, gün geliyor devran bir şekilde dönüyor. Her şey böyle gitmez. Bir gün değişir. Ama ısrarlı parmak sallayan bir davet değil bizimkisi. Belki başka politik gruplardan farklı olabileceğimiz kısım da bu. 
Albüm kartonetinde şarkıların altında Judith Butler’dan, Walter Benjamin’den, Özdemir Asaf’tan alıntılar var… Derdinizi anlatmaya yetmedi mi şarkıların kendisi?
S.K. : O alıntıları koymasaydık o şarkılar size şu an ilişki kurduğunuz şekilde gelmeyecekti. Alıntılar şarkıya başka bir yerden de bakabilmeyi sağlıyor. Şarkı duygusal bir iletişim aracı olmaktan çıkıp, bir taraftan da sizi düşündürebiliyor o metinlerle. 
Bizi düşündürmek mi istiyorsunuz?
S.K.: Düşünmeye meyli olana malzeme vermek istiyoruz.  Ama düşünmek istemeyen birine ‘kafanızı kaldırın, uyanın’ demenin iyi bir yol olduğunu düşünmüyorum. Bana da yapılmasını istemezdim…
Sözler bu kadar yoğun söylemlere sahipken, müzikle olan dengeyi kurmak için ne yaptınız?
S.K.: Metnin düz yazıymışçasına, giriş,gelişme, sonuç gibi olmamasına çaba gösterildi. Dinleyicinin şarkıyı kendine göre yorumlayabilmesi için  bir mesafe bırakılmalı. Dinleyici onu yeniden üretebilmeli, her dinlediğinde başka bir şey düşünmeli… Sözler slogan gibi olsaydı müziğin önüne geçecekti ve düşünmeye mesafeniz olmayacaktı. 
Kapalı anlatım da biraz tehlikeli değil mi? Popüler kültür anlaşılırlık arıyor…
S.K.: Bir sürü şey anlatmak istiyorsunuz, çok ısrarcısınız bu konuda ve iki tane satırınız var. O zaman ister istemez kapalı anlatım kullanıyorsunuz… Bir de John Lennon’un Imagine’sini yazdığı dönemde yaşamıyoruz. Şimdi öyle şeyler yazsan adama ‘saf’ derler gülerler. Omuzlarımızda oturan potansiyel bir kamu var onu da hesaba katarak yazıyorsun…
Amacınız anlatmak değil hissettirmek yani…
S.K.: Hissettirmek de bir kerede, bir albümle, bir şarkıyla yapabileceğimiz bir şey değil. Biz çok albümler yapacağız daha, hepsini bir yere koyduğumuz zaman,  bundan 5-10 sene sonra daha iyi anlaşılır her şey…
Be the Band yarışmasındaki birincilik işinizi kolaylaştırmış olmalı…
D.Ü.: Biz zaten bir albüm hedefinde ilerliyorduk, besteleri toparlıyorduk. Benim yolda yürürken yarışma afişini görmemle birlikte, ‘katılsak mı acaba’ diye bir telefon muhabbeti yaptık ve katılmaya karar verdik. Belki bundan bir sene sonra bir yerle anlaşıp albüm çıkarabilecektik; ama böyle olmayacaktı. Babajım’la albüm  yapmamız işleri kolaylaştırdı ve büyük ihtimalle de kalitesini arttırdı. Albümü huzurlu bir ortamda yaptık ve müziğe yoğunlaştık...
M.B.: Biz birinci olacağız diye de girmedik bu yarışmaya. Parçaların düzenlemesini bitirmek için bir son tarihimiz olsun istedik. Altı tane parçamızı düzenledik yarışma için. 
Albümü CD yerine internetin alternatif yollarıyla dolaşıma sokmayı düşünmediniz mi peki?
M.B.: Sanal iletişimin hakimiyetini kimse yadırgayamaz. Ama amatör bir grup kimliğinden çıkmak için bandrollü bir şey de elinize geçmesi gerekiyor. Bu da o sistemin bir parçası. İstediğiniz şartlarda konser verebilmek için…
D.Ü.: Ciddiye alınmak için ‘benim albümüm var bastırdım’ diye bir materyal tutmanız gerekiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder