1 Şubat 2011 Salı

‘Samimiyetle müzikal kimliğimi yansıtmaya çalışıyorum’

Jazz Dergisi (Şubat 2011)


Türkiye’nin en önemli bas icracılarından Kamil Erdem ve Portekiz asıllı, Fransalı akordeon sanatçısı René Sopa 2009’da Caz Festivali sırasında tanıştılar. Şenova Ülker (trompet) ve Erhan Seçkin’le (davul) bir araya gelip quartet oldular. O vakitten bu güne  pek çok sahnede dinledik kendilerini.  Şimdilerde ise Kâmil Erdem-Réne Sopa Quartet ismindeki yeni albümlerinin heyecanını yaşamaktalar. Kâmil Erdem’le  albümü konuştuk.

Rene Sopa’yla bir araya gelişinizle müzikal dillerinizin birbirini tuttuğunu, aynı heyecanı paylaştığınızı gördüğünüzü söylüyorsunuz. Bize ortaklaştığınız o dili anlatır mısınız?
“Heyecan paylaşmayı” bilemem de ortak bir müzikal dilimiz olduğu doğrudur. Zaten bir albüm çıkaracak kadar uyum sağlamışsak, üstelik ne ben Fransızca ne de René Türkçe bilmiyorsa ve hatta anlaşabileceğimiz ortak bir yabancı dil bile yoksa bu ancak ortak bir müzik dili ile mümkün olabilir. O ortak dili sağlayan ilk unsur cazdır elbette. Ama onun kadar önemli olan diğer bir unsur da her ikimizin de ilgisinin cazla sınırlı olmamasıdır. Yani bir tür müzikal çok yönlülük. Bu her müzisyende olmayabiliyor ve iyi müzisyen olmak için de illa çok yönlü olmak da gerekmiyor. Tek bir tür, örneğin mainstream caz çalan mükemmel müzisyenler var. Ben cazdaki emprovizasyon tarzını  diğer ilgi duyduğum türlere ve kendi yazdığım müziklere de yansıtmaya çalışıyorum. René de aynı anlayışta ve bu ortak anlayış da bizim ortak müzik dilimizi oluşturuyor.

Albüm projesi nasıl gelişti peki?
2009’da İstanbul Caz Festivali, 2010’da Ankara Caz Festivali ve İstanbul’da üç konser daha vermemiz grubun müzikal uyumunu belli bir olgunluğa getirdi. Yeterli özgün repertuarımız olunca da albüm yapmaya karar verdik. Tabii albüm repertuarı konserlerdeki repertuarımızdan farklı; sadece benim ve René’nin besteleri, bir tane de düzenleme var. Standartlar, tango, latin vs. gibi konserlerde çaldığımız parçaları albüme almadık.

Önce konserlerde sonra albümde bir araya gelen dörtlünün enerjisini anlatır mısınız?
Özellikle emprovizasyonun ağırlıkta olduğu müziklerde performans günden güne hatta bir konserin bir anından diğer anına değişebilir. Çalarken sizin ya da gruptan herhangi birinin güzel bir cümle kurması, hem teknik hem estetik olarak gününde olması diğer müzisyenleri de olumlu yönde etkiler. İster konserlerde, ister albüm kaydında, hatta provalarda olsun, benim “enerji”den anladığım işte bu pozitif etkileşimdir. Bunun  negatif olanı da vardır tabii! Ama bunlar sadece bu dörtlüye özgü değildir, bu tarz müzik yapan tüm topluluklar için geçerlidir. 

Yaşadığınız bölgenin tınılarından esinleniyorsunuz.  Şimdilerde Avrupa’nın ‘yerel’e pek düşkün olduğunu biliyoruz.  Avrupa caz sahnesinde, festivallerde  işiniz daha mı kolay oluyor?
Avrupa’nın yerel ya da farklı bölgelere ait etnik müziklere ilgisi var gibi görünüyor. Ama ben bu ilgiyi pek de samimi, daha doğrusu bilinçli bulmuyorum. Maalesef bazı müzikseverler arasında “zevk aldığını zannetmek” gibi bir hastalık var. Bunu keşfeden birtakım akıllı yapımcılar da başka bir deyişle “entellektüel ahmaklık” diyebileceğimiz ya da benim böyle adlandırdığım bu zaafı değerlendirip tuhaf bir sound geliştirdiler,  geliştirttiler. Ama Avrupa konserlerinde gözlediğim şu ki, aslında herkes aşina olduğunu, ya da aşina olduğundan türeyen, gelişen müzikleri seviyor. Aslında müzisyen bundan da etkilenmemeli ve  beğenilip beğenilmeme kaygısını bir tarafa bırakıp içine sinen müziği yapmalı. Bence ideal olan bu duruma yaklaştığımız ölçüde samimiyizdir. Tabii bundan “müziğim beğenilsin ya da beğenilmesin, umurumda değil” gibi bir anlam da çıkmasın; elbette umurumda, ama beğenilsin diye eğip büküp, şekillendirmiyorum.

Öğretmenlik yönünüz icracılığınızı nasıl etkiliyor?
Öğretmenlik-icracılık ilişkisi sorduğunuz yönde değil de daha çok bunun tersi yönünde işliyor, yani icracılığımın öğretmenliğime bir etkisi olduğunu söyleyebilirim. Zira öğretmenlikte yapmaya çalıştığım, icracılıkta edindiğim deneyimleri bir öğretim yöntemine dönüştürüp öğrencilere aktarabilmek.
Albümde altı parca Sopa ve size ait, 1 parça ise geleneksel Türk müziğinden: ‘Kapıldım Gidiyorum Bahtımın Rüzgârına’. Albüme böyle bir örnek koyma maksadınız neydi?
Özel bir maksadım yoktu, bu çok sevdiğim ve severek de icra ettiğim bir eserdir. Tabii benim icram geleneksel tavırda olmuyor, kendi müzik birikimim, çaldığım enstrüman ve ilgili olduğum türlere bağlı olarak. Şarkının melodik yapısı armonizasyona çok müsait, ya da ben öyle hissettim; müzisyenlerin de kendilerini çok iyi ifade edebileceklerini düşündüm. Sanırım yanılmadım da. Konserlerde çok iyi tepki aldı, repertuarın bütünüyle de iyi kaynaştı.

Odd Tango’dan önceki albümle arasında yıllar var, bu albümse son derece hızlı geldi, daha evvel sizi heyecanlandıran bir proje mi olmamıştı?
Pek de “son derece hızlı” sayılmaz, arada iki buçuk yıl var. Ama ‘Odd Tango’ ile ‘Bir Bas Masalı’ arası çok uzamıştı, yaklaşık yedi yıl. Bu da kısmen tembellikten, kısmen de bir albüm oluşturacak kadar malzemeyi toparlayamadığımı düşündüğümden. Aslında bu işin hızlısı yavaşı da olmuyor. Mesela şu anda üzerinde çalıştığım, hatta birine fiilen başladığım iki ayrı proje var. Sıklıkla görüyoruz; çok ünlü bir isim, çok ünlü bir firma ile üç yıl süreyle her yıl bir albüm yapıyor. İyi de, müzik üretimi bu kadar periyodik olabilir mi? Sana -ne fazla ne eksik-, her yıl bir albüm yapacak kadar mı ilham geliyor? Belli ki bir sözleşme söz konusu. Evet, bu işin doğası gereğidir, ne de olsa ticari gerçeklerle sınırlıyız. Ama bu kadar da takvime bağımlı olmalı mıdır?

Albümde Rene Sopanın besteleriyle sizinkiler yan yana, ikiniz de farklı coğrafyalardan esinleniyorsunuz. Ancak parçalar birbiri içinden geçip gidiyor sanki. Mekansal uzaklık kültürel yakınlığı engelleyemiyor gibi, ne dersiniz?
Parçaların bir bütün oluşturması daha önce konuştuğumuz ortak müzik dili ile alakalı, ya da benzer müzik anlayışları da diyebiliriz. Farklı bölgelerden esinleniyoruz, ama bire bir bu bölgelerin müziklerini yapmıyoruz. Ben kendi parçalarımda içimden geldiği daha doğrusu içimde olduğu ölçüde yerel, geleneksel müziklerden yararlanıyorum. Ama ortaya farklı bir şey çıkıyor. Çünkü dinlediğim, sevdiğim başka müzikler de var ve bunlar da  müziğime yansıyor.  Öte yandan öyle bazı bestelerim var ki, bu albüme girmesi düşünülemez bile. Yani mekansal uzaklığın sonucu olan kültürel farklılığı vurgulayacak parçalar da mevcut, hem René’nin hem de benim beste dağarcığımızda. Ama ortak projeleri farklılıklar değil, benzelikler üzerine kurarsınız. Biz de bunu yapmaya çalıştık.

Besteleriniz gelenek ve yeni kavramları arasında gelip giderek, bu ikisi arasında net bir çizgi olmadığını anlatıyor.  Yeni geleneğin, gelenek ise yeninin içinde.  Ve bu yapı son derece ‘doğal’, ‘samimi’  duyuluyor. Sadece buradan bakarak, müziğinizin , modernitenin ‘yeninin içinde geleneği oyuncak etmesi’ne doğrudan bir eleştiri olduğunu söyleyemeyiz herhalde. Ancak  eleştiri yaparken, ‘iyisi de var’ argümanına örnek gösterebiliriz. Katılır mısınız?
Bilemem... Eğer bu parçalarda yeni ve gelenek kaynaşmış şekilde, doğal ve içiçe duyuluyorsa, müziğin samimiyeti anlaşılıyorsa, bu beni mutlu eder. Her ne kadar gelenek ile yeniyi bir araya getirmek gibi bir niyetle hareket etmiyorsam da ortaya çıkan müzikte her iki unsurun duyulması bana “demek ki olmuş” dedirtir. Beste yaparken  “şu kadar ölçü gelenek, şu kadar ölçü yenilik, biraz makam, biraz armoni” gibi, eczacının ilaç yapması misali dozaja ve zorlamalara başvurmak işi derinlik ve estetikten uzak, hatta alakasız bir noktaya getirir. Ben samimiyetle kendi müzikal kimliğimi yansıtmaya çalışıyorum. Türk müziğine ait unsurları müziğim oriental bir çağrışım yapsın diye kullanmıyorum. Bu müziği dinleye dinleye benimsediğim için yapıyorum bunu. Evet, geleneğin oyuncak edildiği örnekler çok ve çok da farklı biçimlerde ortaya çıkıyor. Avrupa’da yapılanlar daha soyut ve tını yaratmak fikri üzerine kurulu, bizdekiler ise aşırı melodik ve  bir tür “neo-asansör müziği” denebilir. Bu tür örneklere bazı senfonik müzik denemelerinde de rastlanıyor, hele ki yenilerde. Bu yüzeysellik aslında bir şeyleri tam hazmetmeden kullanmak hevesinden kaynaklanıyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder