20 Eylül 2009 Pazar

'Bu bir erkek romanı olsun istedim'


Radikal (20.09.2009)


Yarısından çoğunu okuduğum gecenin sabahında, yalnız kalmaktan korktuğumu belli eden bir kâbusun etkisiyle çarpan kalbim uyandırdı beni. Çok kurgusal, ama bir o kadar gerçekti. Düşünülmekten imtina edilen gerçek duygular telaşla, bir çırpıda itiraf edilir gibi art arda sıralanmıştı. Kitap tam da böyle başlıyordu zaten... Hayatının yalanlığından yorgun düşmüş bir adam; Yavuz, can sıkıcı ölçüde sıradan bir akşam yemeğinin sonunda “Başkasını seviyorum” deyiveriyordu karısına; Hande’ye. O başkası ‘Aylin’di...
Bu şekilde başlayan ve sıradan bir yaşamın tüm karmaşasını anlatarak, okuyucuyu hayatın kurgusallığıyla yüzleştiren kitabı okurken yazar Ömer Özgüner’in gerçekte nasıl biri olduğu merakı içimde iyiden iyiye büyüdü. Bu merak beni Özgüner’e götürdü.Yol boyunca karşısına oturup ‘sen kimsin’ diye sormaktan başka bir şey düşünemedim. Merak beni öfkelendirmişti belki. Ama karşılaştığımızda o kadar ‘çocuklar gibi şendi’ ki, konuşmaya böyle sert başlayamadım. 
Kitabı okurken benim gibi merak edenler için konuşma boyunca ara ara sordum öğrendim... 1965’te doğmuş. Kitaptaki Yavuz gibi Perşembe’de büyümüş. 13 yaşındayken İstanbul’a gelmiş. Yine yavuz gibi askermiş babası. Orta sınıf bir ailenin oğlu olarak sosyoloji okumuş İstanbul Üniversitesinde...
NTV’nin genel yayın yönetmeni sıfatını taşıyan, bu aralar ilk çıkan romanıyla gazetecilik sıfatının yanına bir de ‘yazar’lığı ekleyen Özgüner’den öğrendiklerim sadece bunlar değil... Bkz. Söyleşinin devamı...

Karısı da terk etti, Aylin de gitti... Yavuz bundan sonra ne yapar acaba?
Kitabın iyi bir yanı varsa onlardan biri ucunun açık kalması. Ben özellikle dramatik, trajik ya da komik bir son istemedim. Benim kahramanım süpermen gibi tuvalete girip çıkıp uçmuyor. Hayatımızda rastladığımız, belki gerçekten yanımızdan geçen biri. O yüzden Yavuz için bundan sonrası çok değişik olmayacak. Yine o yaşadığı aşklardan aldığı sıkıntılar, güvensizlikler, ihanetler, sorgulamalarla devam edecek hayatı.

Nasıl kalkıştınız bu işe?
Oray Eğin yazmış, “Yayın yönetmenlerine bakın. Bazıları aşk romanı yazıyor, bazıları ülke tarihi üzerine kitaplar yazıyor.” Ben iki hayat sürüyorum, Birinde yaptığım bir iş var, diğerinde de bir Ömer var. O Ömer’in içinde daha çok edebiyat tutkusu var. Birinci önceliğim yazmak. ‘Nasıl kalkıştın’ın yanıtı bu yazma isteği...

Bu bir erkek romanı mı?
Aslında ilk başta ikinci bölümü Hande’nin ağzından yazmak istedim. Ama sonra bu bir erkek romanı olsun istedim. Erkekler kadınlara nasıl bakarlar, neden bazen onlarla birlikte olmak istemezler, o gece niye başım ağrıyor derler? Eskiden hep kadınlara ait duygulardı bunlar. Niye erkek aslında çok tutkuyla başladığı bir ilişkiden kaçmaya başlar başka kucak arar? Bunları anlatmaya çalıştım. 
Genelde aşk hikâyeleri kadın üzerinden anlatılıyor. Erkeklerin çok sorgulamadığı düşünülüyor çünkü. Halbuki öyle değil. Bir erkek bir kadınla ilişkiye girdikten sonra onunla ilgili bir çok sorumluluğu üstüne alır. Belli eder ya da etmez... Ayrılırsak dağıtır mı, ayrıldıktan sonra başka bir erkekle görülse rencide olur muyum? Bunlar entelektüel de olsa Türk toplumunun erkeğe yüklediği düşünceler. O yüzden erkek için ayrılmak çok zor. Kadın birine bir aşk hissettiyse bırakır bana kalırsa. 

Ama romanının başka dertleri de var...
‘Issız Adam’ dediler bana. Hakikaten böyle geçsin istemiyorum. 24 Kasım 2007 saat 03.00’da başlamışım romanı yazmaya. ‘Issız Adam’ da 2008’de çıkmış. Ben aşk doktoru Mehmet Coşkundeniz değilim ki aşk romanı yazayım. Ben NLP ya da ikili ilişki uzmanı da değilim. Bu kitap okuyana istiyorsa bir yandan başka bir şey de anlatıyor. Benim anlattığım kuşak gerçekten Adidas bulamıyordu, bu kötü bir şey değil. Kitap yoksulluk ile yoksunluk arasındaki farkı anlatıyor. İnsanın ruhen doyması çok başka bir şeydir. Ruhsal olarak doymayan insan 40 yaşında ‘cart’ diye bir ruhsal sakatlıkla karşılaşır. Karısını aldatır, birden işini bırakıp bağbozumu açar. Farklı reaksiyonlarla farklı bir insan yaratır bu yoksunluk ben onu anlatmaya çalıştım.  
Düşünsenize 82 yılında Pastanede limonata içmekten çok daha başka bir şey yoktu. Çok kısır bir hayattan geçtik. 90’da birden teknoloji olanaklar patladı. Bir kısmımızda bu olanaklara sahip oldu. En sahip olmamız gereken yaşta olamadığımız için o yaş reaksiyonları vermeye başladık. Daha genç kadın aranmaya başlanıyor. Önceden birlikte büyümek marifetken şimdi yeni bir soluk aranıyor...

Siz de geçtiniz bu yıllardan. Siz nasıl korudunuz kendinizi peki?
Zaman zaman benim de yoldan sapmalarım oldu. Bunlardan bağımsız bir varlık olduğuna inanmıyorum. Her okuyan ‘benim gibi’ diyor roman için. Çünkü herkesin -çok da iyi olsa, şimdi dört tane çocuğu da olsa- en azından içinden bu duygular geçmiştir...

‘Herkes’ten kasıt ‘orta sınıf’ olmalı...
Doğru, belki işçi sınıfından birine değmez bile bu. Tespitiniz çok doğru. Bu bir orta sınıf kitabı aslında. Bu Mardin’de kıskançlık yüzünden 40 kişiyi öldüren adamın hikâyesi değil yani. Ama bu adam da var Türkiye’de. Nişantaşı, Etiler, Cihangir’de yaşıyordur yoğunlukla belki ama yaygınlaştığına da eminim. 

Böylesi basit ama tutkulu bir hikâyede seks ve zaman zaman şiddet arıyor insan. Yavuz neden bizim önümüzde sevişmedi o kadınlarla?
Ben biraz da bu çağda olmayan ulvi bir aşk yaratmaya çalıştım. Kapılıp gitmesini tensel bir şeye bağlamak istemedim. Cinselliği biraz sıradanlaştırmak istedim. Bu öne çıkmadan da insanın duygusal ruhsal bir sıkıntıya değinebileceğini anlatmak istedim. 

Öyle vurucu şekilde de sonlandırmayışınız da bundan mı?
Türkiye’de kadın-erkek ilişkileri çok dehşet sonuçlarla bitebiliyor. Görüyoruz işte kocasının kulağına kızgın yağ döküyor. Ben sanki onu geçemeyeceğimi düşündüm. Türkiye’nin üçüncü sayfa kadın erkek şiddeti çok farklı bir şeydir. Benim kuvvetimin o şiddeti aşamayacağını hissettim. Sevgilisiyle bir olup kocasını kesip, parçalara ayırıp, tavanın çeşitli yerlerine yerleştiren bir kadından daha iyi bir şey geleceğini düşünemiyorum aklıma. Sanki bu şiddet biraz da meşrulaşmış gibi bu ülkede. Benim kitabımda böyle bir şey olsun istemedim. 

Son dönemde filmlerde yapıldığı gibi karakteri kentte bunaltıp köyüne döndürmeyi düşünmediniz mi hiç?
‘Doğu’nun çakıl taşları ne kadar güzeldi’ deyince o bir değere işaret ediyor dünyada. Türkiye’de böyle bir moda baş gösterdi. Sadece İstanbul romanı yazmak yetmiyor. Bu tür oryantantalist göndermeleri çok gerekli bulmuyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder