15 Temmuz 2011 Cuma

'Sanat, evet çok ciddi, ama aynı zamanda hiç ciddi değil...'

2011 (Taraf)



Baki Duyarlar, geçtiğimiz günlerde karşımıza “Overseas” isimli bir albümle çıktı.  Albüm Duyarlar’ın Hollanda’da yaşadığı 90’ların başında saksofonist Starislav Mitroviç’le birlikte kurduğu OnQ grubunun imzasıyla kaydedildi.
Duyarlar imzalı besteler, Overseas için heyecanlanmak için gayet yeterli olabilir. Ancak kedisiyle yaptığımız söyleşiden sonra, Piyanist, besteci ve aranjör olarak anılan Duyarlar’ın, müziği toplumsal bütün içinde ele alan, yazığı ya da icra ettiği her cümlenin politik bir gönderme olduğu gerçeğinden hareketle müzik yapan, gerçeği arayan  bir müzisyen, olduğunu söylemeyi bir borç bilirim...
Baki Duyarlar’a kulak veriniz, onu tanığınıza memnun olacaksınız...
Yıllar sonra bir OnQ projesiyle karşımızdasınız...
Yeniden OnQ’yla birlikte olmak beni çok mutlu etti, umarım başka işler de yaparız... 20’nci Akbank Caz Festivali’ için OnQ grubuna davulda Sean Rickman, basta Kai Eckhardt, Atlantik’in diğer yakasından denizi aşıp geldi. Bu sebeple albümün ismi “deniz aşırı” oldu. Onlarla çalmak, aktör olsaydım, Robert De Niro’yla başrol paylaşmak gibi olurdu...
Albümdeki bestelerde ve icralarda oyuncu bir taraf var. Birlikte çalarken çok eğlendiğiniz belli...
Kesinlikle doğru. Ben konser çaldığımda, dinleyicilere hep “Bizi bir aile toplantısı sebebiyle bir araya gelmiş, bir odaya kapatılmış beşer, onar yaşında çocuklar olarak görün. Burada oyun oynayacağız. Siz de oyunumuza katılın” derim. Ben müziğimle bir oyun kurgulamaya çalışıyorum. Sanat, evet çok ciddi, ama aynı zamanda hiç ciddi değil...
“Overseas” fikrini festivalde oluşturmuş bir müzisyen olarak, Türkiye’deki festivalleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Festival dostu biriyim. Festivallerin insanları bir araya getirdiğine yaklaştırdığına inanıyorum. Yurtdışında çok fazla festivalde çaldım. Türkiye’de ise, festivallerde yer bulan belki son adamlardan biriyim.  Son yıllarda daha çok çalıyorum... Caz festivallerini oluşturan kişiler, yarattıkları yüce caz festivali programlarında yer alabilecek kalibrede Türk caz müzisyenleri olmadığını düşündüler hep. Son yıllarda bu fikirler değişiyor.
“Uluslararası festival” damgası alabilmek için yerli müzisyenlerin de festivalde yer alması gerekir. Bu nedenle, festivaller, bir caz klübün  o haftaki programını festival içine alır ve yerli müzisyenleri festivale katmış olurlar. Ama bu yerli müzisyenler hala Cemal Reşit Rey gibi büyük salonlarda çalamazlar.Bunun sebebini de yerli müzisyenin o salonu dolduracak kadar dinleyiciyi, çekemeyecek oluşuyla açıklarlar. Belki ticari açıdan da doğrudur tabi...
Türkiye’de klasik müzik eğitimi alırken, belirli yapıların arasına sıkışmaktan yorulup, yurt dışına gittiniz. Türkiye’de müzik eğitimi değişti mi?
Değişmedi. Aslında daha genç yaşlarda değişmesini bekledim. Ama bu yaşlarda değişmeyeceğini ve değişmemesi gerektiğini  anlıyorum. Dünyada, özellikle Amerika’da müzik eğitimi veren birimlerde konservatuar kelimesi kullanılmaz. Çünkü konservatuar, kelime içeriği dolayısıyla, bazı müzikleri konserve eder ve bunun dışına çıkmaz. Türkiye’deki bütün müzik okullarının adında konservatuar vardır. Avrupa’nın en majör konservatuarları, kendilerine ait olan klasik batı müziğini konserve edemedi de, biz mi edeceğiz? Bizim bir sonraki nesillere geçirmeye çalıştığımız başka değerler yok mu? Umarım Türkiye’de, özellikle devlet üniversitelerine bağlı, caz ve başka müzikler içeren akademik ortamlar çıkar.
Gençlik yıllarınıza caza yönelmek istemenizin sebebi özgürlük arayışı mıydı?
Bana öncelikle çekici gelen konservatuarda bu müziğin “yasak” olmasıydı. Defalarca disiplin kuruluna götürüldüm. Suçum “caz çalmak”. Müzikal anlamda beni çeken şey ise, cazdaki doğaçlamaydı. Ben hala evde Bach çalışıyorum. Günlük egzersizlerimi yaparken, klasik müzikten yararlanıyorum. Hala Avrupa klasik müziği formatında eserler üretiyorum; ama içinde doğaçlama olmayan hiçbir şey beni çekmiyor. Beni çekmeyen şey, Mozart’ı Mozart gibi çalmaktı. Ben hep kendi eserlerimi yazmanın peşine düştüm. O yüzden 13-14 yaşında müzik yazmaya başladım. Cazda beni cezbeden şey “kendim olabileceğim” fikriydi.
“İstanbul  caz merkezi haline geldi”mi hakikatten?
Caz müzisyenlerinin ve caz dinlenecek yerlerin sayısı ve nitelikleri artıyor bu kesin... Tamam da, bunun bir okulu olmadıkça ekolü olmayacak. Senin, en azından, bu topraklara ait bir caz müziğine ihtiyacın olmalı ki, bunun okulunu kurabilesin. Burada bebop grameri öğreten bir okul açmak, İngilizce’yi Suudi Arabistan’da öğrenmeye çalışmak gibi...
Müzik eğitiminin belli kalıpların içine sıkıştırılmasını, politik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir ülkenin kültürü, ekonomisi, politikası , insan hakları, endüstrisi farklı seviyelerde olamaz. Müzik dönemin politik gelişmeleriyle şekillenir. Free caza baktığımızda söylediğim şey o kadar berraklaşıyor ki... 1963-64 Dallas, Kennedy suikasti. O tarihe bak, Martin Luther King diye biri herkese özgürlükten bahsediyor.  Malcom X, islami taraftan özgürlükten bahsediyor. Kennedy belki özgürlükten bahsettiği için öldürüldü.
Ve tam o dönemde Eric Dolphy, Ornette Coleman, CharlesMingus, Charlie Haden, free caz diye bir şey çalıyorlar. Cazın formlarını yıkmışlar. Tam bir özgürlük; çünkü zaman öyle bir zaman. Bu da müziklerin nasıl sokaktan geldiğini, halkın içinden koptuğunu, anlatıyor...
Avrupa’da aldığınız eğitime geri dönersek, oraya gittiğinizde neler yaşadınız? Sizin çıkardığınız sesin Alaturka olması beklendi mi örneğin?
Evet, adını koyalım, bu Avrupa’nın politikalarından biridir. 75 milletten adam toplandık orada ve 75’imize de nereden geliyorsak oranın müziğini çalmamız söylendi. Ve buna “dünya müziği” dediler. Ben bu lafa karşıyım, çünkü bunun politik bir söylem olduğunu biliyorum. Bizim gibi ülkelerin müziğini dünyaya hapsedersen, onlarınki evrensel oluyor, uzaya çıkıyor. Bu söylemle kendilerini yüceltiyorlar. “Dünya müziği” müzisyenler tarafından icat edilmiş bir şey değil, tamamen prodüktörler müzikologlar ve etnomüzikologların ticari kaygıyla uydurduğu bir şey.  Avrupa’ya oryantal hala çok çekici geliyor. Oysa benim orada bir Türk olarak çaldığım her şey yeterince Türk’tür.
Oysa siz makamsal müziği de çok iyi biliyorsunuz...
Ben Türk klasik müziğiyle büyüdüm. İlk oyuncağım babamın uduydu. Hala evde kendi kendime ud çalarım... Babamla vefatinden önce, TRT İstanbul Radyosu’nda seanslar paylaşmış bir adam var. Klasik kemençe çalan, Derya Türkan. Ben Derya’nın kemençeden çıkardığı sesi çok özel buluyorum. O ses için yazdığım bir müzik var. O müziği, “kemenjazz”  ismiyle kaydettim. Yakın zamanda çıkaracağız...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder