19.09.2010 (Radikal)
Uzun uzun durup beyaz bir kâğıda baktırıyor insanı. “Yavaş yavaş ölmek kendini vurmaktan daha iyi çünkü...” diyor bir şarkıda Stuart A. Staples. Üzerine ne söylenebilir ki? İki göz iki çeşme ağlatan değil; çaresizliğin susturduğu yalnızlık anlarını anlatıyor Tindersticks. İşte belki de o yüzden bu kadar sakin bir sesi var Staples’in.
1990’ların başından beri hayatımızda Tindersticks. Şarkı sözleriyle duygu dünyamızı harekete geçirirken caz ve rock’la beslenen, zaman zaman bu iki türün etkisini azaltıp soul parçalar üreten İngiliz grup, şimdiye kadar gerçekleşen eklenmeler ve ‘çıkma’lardan sonra şimdi, Stuart A. Staples, David Boulter ve Neil Fraser’dan oluşuyor.
Tindersticks’in o ‘ağır’ şarkı sözlerini yazan Staples’le 20-21 Eylül’de Babylon’da verecekleri konserler öncesi bir akşam vakti telefonla konuştuk.
Tindersticks’in parçaları, hüznün ve yalnızlığın kolektifleşmesi gibi. Sizse solo albümleriniz için “Bu şarkılar bir kayboluş arayışı ve onların evden; Londra’dan uzakta olmaları gerektiğini hissettim” diye yazmıştınız. Açık ki daha derin bir yalnızlık aramaktaydınız. Aradığınızı bulabildiniz mi?
Bir yeri terk etmek daimi bir arayışın kapılarını aralar. Bu daimi arayış da insanın kendine daha yakın olmasını sağlar. Sadece sana ait olan şarkılarda sadece kendini anlatmak ise kendini çok daha yakından tanımana neden olur. Bir şeyi tek başına yaparken bazen onu dizginleyemezsin, asla öngörmediğin yerlere doğru uzanır. İşte gerçek şaşkınlığı da ancak bu sayede yaşarsın. Sanırım bu solo albümleri yaparken durup tek başıma gerilere bakmak istedim. Bu sorumluluğu tek başına üstlenmek hiç kolay değil. Bunların ötesinde bir albümün her şeyiyle tek başına ilgilenmek de çok zor bir iş. Bütün bunları yaşamak istedim.
Zaman içinde Tindersticks’in grup elemanlarında değişiklikler yaşandı. Fakat grubun ruhu hiç değişmedi. Bize o ruhu tarif eder misiniz?
Elbette değişmedi. Bunun sebebi ise grubun ortak kalbiydi. Bizim grubu oluşturmamızın öncesine dayanan güçlü bir ilişkimiz vardı; ki grubun kalbini de bu yarattı. Grupta birlikteyken de stüdyoda, sahnede, her yerde bir sorumluluk paylaştık. Bu paylaşım bizi biraz daha birbirimize yaklaştırdı, aramızda sağlam bir güven oluşturdu. Az önce bahsettiğim kalp gruba giren çıkan yedi kişinin ortak kalbiydi, hepsi harika müzisyenlerdi. Sayımız azalsa da o kalp hâlâ yedi kişilik.
Kimileri müziğinizi özellikle içindeki soul etkilerini referans göstererek kolay buluyor. Sizce dinleyiciniz müziğinizle kolay ilişki kurabiliyor mu?
Benim bile müziğimle kolay bir ilişkim yok. Herhalde dinleyicinin de yoktur. Bizim müziğimizde tedirginlik ve huzur bir aradadır. Bu nedenle bir an kolay olur, bir an zor. Müzik homojen bir bütün değil ki... Müzikte anlar var... Ve hepsi birbirinden farklı.
Bir röportajda “Şu anda hiçbir hayalim yok” dediğinizi hatırlıyorum. Bunca yıldan sonra hâlâ hayaliniz yok mu?
Yaşamak hayaller ve gerçekliğin ortasında bir alanda olmak demektir. O nedenle her an bir hayale sahipsinizdir. Kafanızdaki düşünceler bazen bu hayalin bazense gerşekliğin parçası olur. ‘Şu anda hiçbir hayalim yok’ derim, bir başka anda hayallerim olur.
Son iki albümünüzü Fransa’daki stüdyonuzda kaydettiniz. Fransa’nın müziğinizi etkileyen özel bir tadı var mı? Mekân olgusunun bizatihi kendisi etkidir. Londra son derece kalabalık bir yer. Öyle bir çevreyi bırakmak ve daha sakin bir yere gitmek önemli tabii. Bir stüdyo içinde çalışsak da dış dünyanın etkisi büyük. Bazen kökten değişiklikler yapmak gerekir. Ama şunu da unutmamak lazım, hayatın kendisi insan istese de istemese de zaten her an bize değişimi sunar.
Pek çok albümünüzde konuk vokalleriniz oluyor. Onların müziğinize nasıl bir katkısı olduğunu düşünüyorsunuz?
Özellikle son albümde konuk vokallerin etkisi büyük oldu. İlk albümde çok önemli bir yere sahip değildi örneğin. Albüme konuk vokal almak çok mahrem bir bölgeye birini sokmak demek. Ki bu da müzisyenle aramızda önemli bir bağ oluşturuyor.
‘The Hungary Saw’ albümünüzde ilk yıllarınızdaki müzikal sadeliğe geri dönmüş, kasvetli havanızdan biraz sıyrılmıştınız. Yeni albüm ‘Falling Down the Mountain’de de bu konsepti korumuş gibi görünüyorsunuz...
Falling Down the Mountain’i kaydettmeden önce konser turumuzu henüz bitirmiştik ve bir enerjiyle yüklüydük. Değişik bölgelerin müziklerini keşfettik. Bu albüm bizim için bir kırılma noktası. Daha önce hiç olmadığımız kadar enerjiğiz.
Bunca başarılı albümün ardından, yeni bir albüm yaparken omuzlarınızda bir sorumluluk hissediyor musunuz?
Müzik yaparken insanlar beğensin diye yapmazsın ki... Sana gelen ilhamı yansıtırsın. Bir çeşit deneydir o... İşimizi iyi yapmak konusunda bir sorumluluğumuz var elbette, ama bu sorumluluk kaygıya dönüşmüyor.
Gruptan kemancu Dickon Hinchiffe ayrıldıktan sonra yerine bir kemancı almadınız. Neden?
Dickon çok özel ve yetenekli bir kemancıydı. Ondan hemen sonra başka bir kemancı almak konusunda çok dikkatli davranmamız gerekiyordu. Zeten şu anda parçalar daha çok gitar ağırlıklı. Yeniden bir kemancıya ihtiyacımız olursa alırız tabii.
Pek çok dinleyiciniz gibi ben de yaptığınız şarkılarda kendi hislerinizi anlattığınızı düşünüyorum. Hislerinizi tariflemek ve bunu insanlarla paylaşmak sizi rahatlatıyor mu?
Evet, rahatlatıyor doğru; ama yeterli değil. Eğer bunu yapmasaydım çıldırırdım.
Yeni albümde bir şarkıda “Beni üzen hiçbir zaman sahip olamadığım aşk değil, içtiğim şarap” diyorsunuz. En çok hangi marka şarap seversiniz?
Bordeaux şarabı severim. Ama zaman zaman başka şarapları da çok beğendiğim oluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder