15 Temmuz 2011 Cuma

'İstanbul'un bir sesi varmış'

25.01.2011 (Radikal)




Eserlerin icracının ya da bestecinin ait olduğu topraklarla bütünleşmesini çok önemsiyorsunuz. Aksi takdirde ortaya çıkan iğretiliği tarifl eder misiniz? 
Türkiye konumu itibarıyla yüzü birbirinden çok farklı yönlere dönük bir ülke, hatta bazen aynı anda birden çok yöne bakıyoruz. Bu hem zenginlik hem de karmaşık bir duruş. Genel olarak müzik üretiminin veya icrasının şöyle ya da böyle olması gerekliliği dikte edilemez; ki Türkiye’ye hiç edilmemeli! Ülkemizin kültürü, müzik gelenekleri ile doğal, organik bağlar kuran müzikler seslendirmek benim için daha önemli. Bu çok ilginç bir alan, hem icracılar hem de besteciler için. Laboratuvar gibi. Ancak güncel müziğimiz son derecede desteksiz, sahipsiz. Buraya yatırım yapmamız gerekiyor. İcracı-besteci ilişkileri ülkemizde gelişmemiş. Müziği çalacak olanlarla, üretenler arasındaki bağın resmi ya da özel fonlarla sağlam, akıllı projeler çerçevesinde desteklenmesi gerekiyor. Görsel sanatlara baktığınızda bunun olduğunu görüyorsunuz.
Son yıllarda bu sorunların çözülmesine yönelik çabalar görüyor musunuz? 
Bence inanılmaz bir besteci patlaması yaşıyoruz son beş yıldır. Çok güzel müzikler yazılıyor, yeni bir sesimiz var ve çok daha bireysel bir ses. Belki de bir alanın sahipsiz kalması oradaki seslerin tüm baskı ve ideolojilerden uzak kendi içinde özgürce yol almasını sağladı. İcracılar ise halen ne yazık ki muhafazakarlar. Bu ve de desteklerin olmayışı bu müziğin gün ışığına çıkmasını engelliyor.
‘İstanbul’un Ses Telleri’ projesi yaşadığımız coğrafyadaki zengin müzikal kökleri hatırlatmayı mı amaçlıyor? 
Sadece kökleri değil, dalları ve filizleri de… Aslında müzikte proje nasıl yapılır onu da göstermeye çalışıyor. İki yıllık bir çalışmanın kapsamında yeni eserlerin siparişi, bunların kaydı, albümün yayımlanması, albüm içinde sapasağlam bir denemenin yer alması, eserlerin prömiyeri, kokteyli, bunun basın tanıtımı, bir proje kataloğunun hazırlanması gibi unsurlardan oluşuyor. Proje olmayan ama proje adı altında öne sürülen hazırlığı üç gün süren tekil etkinliklere de bir cevap.
Albümde size eşlik eden icracılar ve eserlerini yorumladığınız bestecilerle nasıl bir bağ yakaladınız? Neden bu isimleri seçtiniz? 
Bestecilerin hepsi bence Türkiye’nin gerçek çizgisini ortaya koyuyor. Besteciler açısından iki farklı kuşak gözettik, 40’lı ve 30’lu yaşlar gibi, hocalar ya da onların öğrencileri gibi. Yorumcular ise ağırlıklı olarak benim düzenli olarak çalıştığım müzisyenler...
Arpta bilinenin ötesine geçme çabanızın kökleri nasıl bir düşünce yapısına dayanıyor? 
Ben arpın çoğul bir kimlik geliştirmesinden yanayım çünkü kendi müzik merakımın biraz böyle… Pek çok müzik geleneğine meraklıyım. Dinlediğim müziklerin içine, uygun olduğu durumlarda, icracı olarak da girmeyi seviyorum. 25 Kasım- 25 Aralık arasında hayata geçirdiğim üç proje, ki üçü de dünya prömiyeriydi, sanırım bu durumu biraz açıklar nitelikte. Erdem Helvacıoğlu ile gerçekleştirdiğimiz ‘Alem-i Aks-i Seda’da çeng, kelt arpı, klasik batı müziği konser arpı ve de elektro arp kullandık ve bu çalgı çeşitliliğini, elektronik müzik, doğaçlamalar, ileri tekniklerin çerçevesinde bir ses evreni olarak işledik. İstanbul’un Ses Telleri’nde ise, arp ile İstanbul ilk kez bu kadar yakınlaşıyor. Cafe Tango ise, tango tutkumu, bir yerde de geleneksel müziklere olan tutkumu özetliyor.
Proje sizin halihazırda yaşamakta olduğunuz kentle ilişkinizi değiştirdi mi? Yeni anlamlar, yeni sorular ve cevaplar buldunuz mu örneğin? 
Evet kesinlikle buldum. Özkan Manav’ın ‘Güvercinler’i sayesinde güvercinlere farklı gözlerle bakıyorum, çünkü onların hareketlerini ben arpla çaldım! Uçarsu’nun ‘Issız Çocukları’ sokakta yaşayan çocukların psikolojilerine dair ışık tuttu bana, İstanbul’un kalabalığı içinde onları daha yakından görebiliyorum şimdi. Arda Agoşyan’ın Yerebatan’ı, İstanbul’un coğrafi konumu ve ‘sesi’ hakkında da çok söz söylüyor. İstanbul’un bir sesi varmış, onu daha iyi duymamı sağladı. Turgay Erdener’in ‘İstanbul’un Ağaçları’ sayesinde ağaçlara daha çok bakıyor, baktıkça konuştuklarını duyar gibi oluyorum. Barış Perker ‘Yedi Resimle’ İstanbul dedi. İstanbul’un halini, günlük hayatın seslerini dile getirdi, bu tür durumları daha yakından hissediyorum şimdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder